1 Kasım 2012 Perşembe

Kültür Savaşçıları




Akdeniz Üniversitesi Proje Geliştirme Uygulama ve Araştırma Merkezi (APGEM), Antalya Ticaret ve Sanayi Odası (ATSO), Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) Antalya İl Kadın Girişimciler Kurulu ve İl Özel İdaresi’nin ortaklaşa düzenlediği ''Gelenekten Geleceğe Döşemealtı Halıcılığı'' projesi Temmuz ayında hayata geçirilmişti. Döşemealtı İlçesi Kovanlık köyündeki eski süt ürünleri kooperatif binası tadilattan geçirilerek, Akdeniz Üniversitesi Döşemealtı Halı Kilim ve El Sanatları Araştırma ve Uygulama Merkezi'ne dönüştürülmüştü. Bir merkez oluşturulmasına oluşturuldu da, önemli olan bu merkezin sürdürülebilirliğini sağlamak. Kovanlıklılar bunun için ellerinden geleni yapıyor. Peki ya yetkililer!!!

Kovanlık Tarihi Ayaklandı; Yürümeye Hazırlanıyor

2 bin nüfuslu Kovanlık Köyü yol ayrımındayız. Girişte Kovanlık yazıyor sadece. Birde yanı başındaki tabelada, Akdeniz Üniversitesi Araştırma ve Uygulama Halıcılık Merkezi... Belki yolun ne kadar süreceğine dair kilometre tabelası olsaydı diye geçiriyorum içimden. Sonrasında Antalya’dan beraber yola koyulduğumuz TOBB Antalya İl Kadın Girişimciler Kurulu (TOBB Antalya İKGK) Başkan Yardımcısı Yasemin Barut’un da konuşmalarından aynı şeyleri düşündüğünü öğreniyorum. Aklın yolu birdir diyerek gülümsüyoruz. Belki de ilk başta tabelalar değişmeli bu köyün tanıtımı için. Sonrasında da halı motifli reklam panoları asılmalı köyün girişine ve bir takım turistik bölgelere. Bunlar saymakla bitmez elbet. Ben bu konularda uzman değilken bile eksiklikler elbet her insanın olduğu gibi benimde gözüme batıyor. TOBB Antalya İKGK Başkanı Işık Yargın’da aynı fikirde olduğunu belirterek projenin içinde tanıtım çalışmalarının olduğunu aktarıyor bize.

Buram buram Anadolu kokusu
Kovanlık Köyü’ne girişte hemen sağda merkez beliriyor. Bahçeye girdiğimizde ortalıkta mis gibi bir gözleme kokusu. Ekmek sacları kurulmuş çoktan gözlemeler, katmerler, bazlamalar dolu sinilerde. Kafelerde yapılan gözlemelere benzemiyor kokusu. Buram buram Anadolu kokuyor derler ya, tam öyle işte. Yüzlerde tebessüm sıcak bir karşılama. Muhtarımız da kadınlarımızın başında bizleri bekliyor. Sizler kim derseniz; orayı ziyaret eden tek ben değilim elbette. TOBB Antalya İKGK yönetimi de aynı gün ziyarette. Hem de beraberinde Mikro Kredi Antalya Ofisi Müdürü Hale Ergin’de mikro kredi hakkında bilgi vermek için geliyor. Herkes münferit olarak yavaş yavaş geliyor merkezin bahçesine. Kadınlar hararetle hazırlıklara devam ediyor; misafirleri olabildiğince iyi ağırlayabilmek için. Diğer tarafta da kazanda süt mısır kaynıyor; piştikçe kokusu geliyor. Dayanamayarak gidip başında birkaç kare fotoğraf çekiyorum.

Ziyafet sofrasında çözüm toplantısı
Kadınlar her şeyin olabildiğince mükemmel olması için koşturuyor. Hâlbuki ne gereği var diye içimden geçiriyorum. Amaç orada onların geleceği için bir şeylere destek vermek ise bir kuru ekmek de yemek yeter. Köylerimizde misafirperverliğin bitmediğine örnek teşkil ediyor bu heyecan. Kurul yönetimi merkeze gelip yavaş yavaş yerini alınca sofralar bir anda şenlendi. Yayık ayranları, bahçeden taze koparılmış domatesler, salatalıklar daha sıcaklığını kaybetmemiş, gözlemeler, bazlamalar, katmerlerle tam bir ziyafet sofrası oluşturuluverdi. Toplantı ziyafet masasının yanında sönük kalmış ve yemek sonrasına bırakılmıştı. Yemek sonrasında merkezle ilgili sorunlar, ziyafetin verildiği aynı masaya yatırıldı. Herkes, bir şeyler yapabilme umuduyla fikirlerini ortaya koyuyor, çözümler üretmeye çalışıyor. Hemen hemen bütün kurul üyeleri Antalya’nın tanınmış simalarından oluşuyor. Birçoğu turizmci.

Çözüm; doğru tanıtım
Herkes, elindeki değerleri nasıl tanıtım aracına dönüştürebilirimin kurgusunu yapma telaşında. Güzel de bir çaba ortaya çıkıyor. Hararetli konuşmaların ardından sıra Kovanlık Köyü kadınlarının sorularına geliyor. Sırayla söz alarak konuşan kadınlar ne dediğini bilen ve cümleleri çok doğru kuran kadınlar. Hiç birinde en ufak bir başını önüne eğme yok. Aksine olabildiğince dik durup bir o kadar da net sorular soruyorlar, kurul üyelerine. İstedikleri cevapları alana kadar da sorularını devam ettiriyorlar. Ne verilirse onu alırız mantığı yok bu kadınlarımızda. İstediklerini alana kadar, konuyu anlayana kadar irdeliyorlar. Artık biliyorum ki Kovanlık Köyü’nde ne istediğini bilmeyen, konuşamayan kadınlarımız yok. Artık kendi için köyü için ve kültürünü yaşatmak için savaşacak kadınlarımız var. Onlar birer kültür savaşçısıydı.

Asıl savaş şimdi başlıyor
Her biri emeklerine geçmişlerine sıkı sıkıya bağlı. Belki sendeleyecekler, belki yorulacaklar ama ben biliyorum ki hiç yılmadan ilerleyecekler. Şimdi onları zorlu zamanlar bekliyor. Prosedürlerle uğraşacak, bir halı satabilmek için belki bir yıl bekleyecekler. Ama geleceğe kurulu bir düzen, yaşayan bir kültür bırakacaklar. Ben onlara inandım. Oraya gelen herkes onlara inanındı. Çünkü onlar o inançla sofralarını açtılar, misafirperverliklerini gösterdiler. Şimdi tek yapılması gereken büyüklerimizin de bu inanca sahip çıkması. Hani derler ya taşın altına elini koyma zamanı diye. Zaman o zaman işte. Bu görev kültürümüzü yaşatma görevi ve hepimizin görevi. Ben üzerime düşeni yaptım ve sizlere ulaştırdım elimden geldiğince. Şimdi sıra sizde…

Kültür savaşçıları ne diyor?

Muhtar umutlu
Kültür savaşçılarının destekçisi Kovanlık Köyü muhtarı Bekir Şimşek, gelecekten umutlu…
“İnsanlara ilk başta inandırıcı gelmiyordu. İlk olarak 20 kadınla başladık. Şimdi istenilse 50 kadın bile bulabiliriz. 2009’da ilk olarak TOBB Antalya İl Kadın Girişimciler Kurulu bizi ziyarete gelerek bu projenin ilk adımını atmıştı. Ben iki dönemdir muhtarlık yapıyorum. Bu halının kaybolmaması için çok mücadele verdim. Çünkü yirmi yıl öncesi bu bizim geçim kaynağımızdı. Ben bu kültürü devam ettirmek istedim. Şimdi inancımız var artık. Her evde mutlaka halı dokuma tezgahları var. Ama hepsi kullanılmadığından öylece kapatılıyor. İnsanlar düğünlerini dokudukları halıları satarak yapardı. Ama yok oldu gitti. Bu proje başlamadan önce hiç kalmamıştı evinde halı dokuyan. Biz bu projeye başlayınca herkeste bir canlanma oldu. Artık insanlar evinde de halı dokumaya başladı. Daha da çoğalarak buranın büyük bir halı merkezi haline gelmesini umuyoruz. Bizim buradaki en önemli sorunumuz pazar. Yani üretim yapsak bile bunu satamadığımız için hiçbir faydası olmuyor. Buranın gençleri köyden ayrılmadan gidip Organize Sanayi’de çalışıyor. İstediğimiz o gençlerimizi Organize Sanayi’den alıp köyümüzde iş imkanı sağlamak. Kültürümüzü böylece genç nesillere de aktarmış olacağız. Biz kendi halımızı kendi kendimize çürüttük. Halı eskidikçe antika değeri kazanıyor düşüncesiyle yeni halıları güneşte çürütüp antika diye turiste sattık. O halılar iki gün sonra çürüdü ve halılarımızın değeri düşmüş oldu. Kendi kültürümüzü birazda kendimiz yok ettik. İnsanlarımız zamanında söyleyemediklerini halıya dökmüş. Umuyoruz ki bu proje sayesinde halılarımız yaşamaya devam eder.”

Gülsel Kaya
Eğer söylendiği şekilde uygulama devam ederse, çok büyük bir kazanç. Bizim kaybettiğimiz bir değerdi. Bir yaşam biçimiydi halı bundan 15-20 yıl önce. Bizim çocuklarımız bilmiyorlar halı dokumayı. Eğer bu çalışma yapılmasaydı yeni nesil hiç öğrenemeyecekti bu kültürü. Burada bir kadın olarak çalışmak ve kendi kültürümüzden bir şeyler üretmek çok farklı bir duygu. Ben 35 yıllık halı dokuyucusuyum.

Nuray Köken
Ben buraya karşı köyden gelin geldim. Buranın açılacağını duyduğumda buranın köylüleri daha iyi bilir ben onlara uyamam diye düşünüyordum. Ama sonra bende katılabildim. Çocukluğumdan bu yana


Havana Akbaba
Ben daha önce de evde dokuyordum. Kızıma çeyiz olsun diye evde de dokumaya devam ediyorum. Bu bizim kültürümüz ve yok olmasını istemiyoruz. Biz kültürümüze sahip çıkmak için elimizden geleni yapmaya hazırız. Yeter ki devletimiz de bize destek olsun.


Hacer Gökçe
Bir kadın olarak evimize emek veriyoruz. Şimdi evimizin dışında da bir şeyler üretiyoruz. Bu her şeyden önce bize dik durmayı öğretti. Çocuklarımızın bakışı bile değişti. Onlar bile daha saygılı olmaya başladı. Bu çok gurur verici bir duygu. Çocuklar evde artık bize daha çok destek veriyor.

Ekibin Çavuşu Ayşe Gökçe
Çok güzel bir girişim oldu köyümüz için. Ben 45 yaşından sonra böyle bir yerde çalışacağımı hayal dahi edemezdim. Şimdiye kadar çoğumuz hiçbir yerde çalışmadık. Çok heyecan verici bir şey bizim için. İlk buraya başladığım gün çok heyecanlandırdı. Buraya gelip gitmek saatle. Bunun verdiği bir sorumluluk da var.



Şerife Pehlivan
Bir kadın olarak erkeğe bağımlı yaşıyorduk. Ama bu merkez sayesinde daha bağımsız hale geldik. Artık söylediğimiz sözün dahi bir kıymeti oldu. Bunu her kadının yaşaması ve hissetmesi lazım. Ama yine de bizim beylerimiz anlayışsız değil ve her zaman bize destek oluyorlar.

Fatma Yavaş
Biz tarım ve hayvancılıkla uğraşıyorduk. Halıcılığı evimizdeki tezgahlarda bırakmıştık. Ama bu merkez sayesinde yeniden değer kazandı halılarımız. Bizim içinde yeni bir iş kapısı oldu. Daha da ilerde geleceğimize bırakabileceğimiz bir mirasımız yok olmadan devam etmiş olacak.

Işık Yargın
‘Amaç yerel halkı kalkındırmak’
Bizim amacımız burayı merkez haline getirerek, kadınlarımıza burada eğitim verip üretime geçirmek. Burada eğitimini ve sertifikasını alan kadınlarımız evlerinde üretmeye devam edecek. Bu üretilenler oluşturulan pazarda satışa sunulacak ve gelir elde edilecek. Buraya tüccar geldiği zaman, hangi teknikle nasıl bir çalışmayla halıların üretildiğini bu merkezde görme şansı bulacak. Yaptığımız projeye göre köy meydanı turizme açılan bir alana dönüştürülecek. Biz şimdi birinci aşamayı tamamlamak üzereyiz. İkinci aşamada pazar oluşturma çalışmaları başlayacak. Burası Akdeniz Üniversitesi’nin bir okulu olarak eğitim veriyor. Birinci çalışma buraya bir üniversite uygulama merkezi getirmekti. Bu başarıyla yapıldı. İkincisi, haftanın bir günü üniversitedeki öğrenciler buraya uygulamaya gelecek. Aynı zamanda yaşam boyu öğrenme merkezi. Dolayısıyla amaç yerel halkı kalkındırarak buradaki kültürü yaşatmak ve bir eğitim merkezine kavuşturmak. Sistemin odağında kadınlarımız var. Burada kadınlarımızın başarısının öne çıkması çok önemli. Burada farklı desenler dokutularak da kadınlarımıza bir deneyim kazandırılıyor. Sonuç olarak kadınlarımızın daha simetrik ve dünya standartlarında bir halı dokuması için eğitim de verilmiş oluyor. Bu eğitim buranın kültürel özelliklerini taşıyan motiflerle birleşince de ortaya çok daha başarılı işler çıkmış olacak. Bizim şuan ki amacımız buranın sürdürülebilirliğini sağlamak.

Herkes çabalıyor, herkes elinden geleni yapmaya çalışıyor… Kim bilir, belki de hepimize düşen bir görev vardır bu yolda…
Ayşe ÖZER

18 Ekim 2012 Perşembe



Onlara Dik Dik Bakmak Dışında; 
Bir Tek Atatürk’ü Anlatabilmişiz…

Afrika’nın farklı kültürlerinden farklı ülkelerinden gelen gençler Türkiye’de bulunan birçok üniversitede öğrenim görmek için memleketlerinden yıllarca uzak kalmayı göze alarak yola çıkıyor. Tek istedikleri kendi ülkelerinden daha iyi ve imkânları daha çok olan bir ülkede öğrenimlerini tamamlamak.

Tamamen yabancı bir kültürle tanışıyor ve uyum sağlamaya çalışıyorlar. İlk iş dil öğrenmek oluyor. Bunun için TÖMER’de eğitim alıyorlar. Ardından Türkiye’nin farklı illerindeki üniversitelere yerleştiriliyorlar. İşte tam da bundan sonra yeni bir kültürle bütünleşme süreci başlıyor. İlk akla gelen acaba onların yerinde biz olsaydık ne yapar, nasıl bir süreç yaşardık? Herkes sanırım önce bu sorunun cevabını kendine verebilmeli. Belki o zaman onları anlamamız ve yadırgamak yerine içimizden biri gibi davranmamız daha kolay olur. Çünkü onlar ellerinden geleni yaparak bizimle iç içe yaşamaya çalışıyorlar. En büyük istekleri de onlara suç işlemiş gibi yabancı gözlerle bakılmaması. Onlar sadece dost gibi bakan gözler istiyor. Renklerinden ırklarından dolayı insanların gözlerini dikip bakmaları onların içini en çok acıtan şeylerden biri. Ama onlar her şeye rağmen Türkiye’de bizim bile artık fark edemediğimiz güzellikleri fark edebiliyor. Kaybolmaya başlayan kültürümüzün sıcaklığını, misafirperverliğimizi, yani bizi bize anlatıyorlar. Öyle ki hepsine Türkiye’ye dair ilk dikkatlerini çeken şeyin ne olduğunu sorduğumda ‘Atatürk’ cevabını almak beni en az siz okurlarım kadar gururlandırdı. Farklı farkı ülkelerden gelen gençler dahi bizim Atatürk’ü bu kadar hayatımızda ve yüreklerimizde tutmamızdan etkilenerek hakkında bilgi edinmişler. En azından bunu başarmışız ne mutlu bize. 
Ne Mutlu Türküm Diyene!
Ben burada onların çok azının hikayesine yer verebildim umuyorum siz çok daha fazlasını anlamaya başlayacaksınız okuduklarınızın ardından…

 ‘Arap’ demeleri onu sadece güldürüyor
3 yıl önce Türkiye’ye gelen Gineli Harouna Diallo, İşletme öğrencisi. Ankara’da bulunan TÖMER’de Türkçe eğitimi aldığını söyleyen Harouna, ülkesinde yapılan sınavda aldığı puana göre Türkiye’ye geldiğini anlattı. Ankara’da dil eğitiminin ardından 2 büyük bir küçük şehir seçildiğini ardından da o şehirlerden birindeki üniversiteye yerleştirildiğini aktaran Harouna, “Kurs bitiminde verilen kitapçıktan istediğim üç yeri seçtim ve bana Antalya çıktı” diyor. İşletme bölümünü yönetici olmak istediği için seçtiğini söyleyen Harouna, “3 yılım daha var. Okulu bitirip memleketimde yöneticilik yapmak istiyorum. Ama burada yüksek lisans imkânım olursa kalıp tamamlamayı düşünüyorum” diyor. Türkiye’ye ilk geldiğinde neler hissettiğini sorduğumda ise ilk geldiği günü anlatıyor; “İlk defa bir havaalanına gelmiştim. Çok az İngilizce biliyorduk. Hiç kimseye derdimizi anlatamamıştık” diyerek yabancı bir ülkede dil bilmemenin ne kadar zor olduğunu söylüyor. Sonrasında ilk sınıfa girdiği günden de bahseden Harouna, “Ben derslere geç başlamıştım. İlk derste hoca ‘Kim okulu öğretecek’ diye sordu sınıfa. O anda bir kız gönüllü oldu. (gülüyor) herkes hemen benimle tanımak istedi. Bu beni çok mutlu etmişti” diyor. Herkesle yavaş yavaş arkadaş olduğunu ve sınıftaki arkadaşlarıyla iyi geçindiğini belirten Harouna, “Burada gördüğüm eğitim sisteminde bir hata var. Hazırlık sınıfında verilen İngilizce dersinde Türkçe konuşuluyor. Ama Türkçe konuşularak yabancı dil öğrenilmez ki” diyerek eğitim sistemimize doğru bir eleştiride bulunuyor. Yaşadığı bir olayı daha anlatan Harouna, kendisine bazen tanışmadığı insanlar tarafından ‘Arap’ diye hitap edildiğini bunun onu kızdırmak yada üzmek yerine güldürdüğünü söylüyor ve “Bana ‘Arap’ demeleri sadece komik. Çünkü ben Afrikalıyım” diyor.

“Savaş mı var diye endişelendim”
Mozambikli Miranda’ya arkadaşları kısaca Miro diyor. 4 yıldır Türkiye’de olan Miranda, İktisat bölümü öğrencisi. Diğer arkadaşları gibi üç tercih yaptığını belirten Miranda, İstanbul, İzmir ve Antalya’yı tercihlerine yazan Miranda’nın şansına Antalya çıkmış. Önce istemeyerek geldiği Antalya’da şimdi çok mutlu olduğunu söylüyor. Çalışma imkânı bulursam okul bittikten sonra kalıp 2 yıl Türkiye’de çalışmak istediğini söyleyen Miranda, burada yeteneklerini geliştirmek istiyor. Sonrasında herkes gibi memleketine dönmek isteyen Miranda’nın ailesine olan özlemini gözlerinden okumak mümkün. 3 arkadaş birlikte ev kiraladıklarını ve evde kaldıklarını söylüyor. Buraya ilk geldiği günü soruyorum. Kabus gibi tarif etmeye başlıyor. Uçakta valizle ilgili bir sıkıntı yaşandığını ve İngilizce bilmeyen personel yüzünden derdini anlatamadığını söyleyen Miranda, sıkıntıların bununla sınırlı kalmadığını da söylerine ekliyor. Geldikleri günün Cuma’ya denk gelmesi ve mesai saatinin bitmesi sebebiyle ellerinde resmi evrakları eksik olduğu için sorun yaşadıklarını da anlatan Miranda, yinede Türk yetkililerin yardımcı oldukları belirtti. Türkiye’de neyi değişik bulduğunu sorduğum da ise bizim için çok normal olan bir şeyin dışarıdan ne kadar garip göründüğünün farkına varıyorum. Konuyu şöyle açıklıyor Miranda; “İlk geldiğimde her yerde bayraklar ve sonradan ülkenin kurucusu olduğunu öğrendiğim Atatürk’ün posterleri vardı. Savaş mı var diye çok endişelenmiştim. Ama burada bir bayram gibi bir şeymiş. Çok şaşırmıştım” diyor. Okula geldiğinde de başından komik bir olay geçtiğini anlatan Miranda, “Biz bir yerde oturuyorduk. Karşımızda oturan Türkler bize bakıp sürekli bir şeyler konuşuyorlardı. Biz de bunlar bizim hakkımızda konuşuyorlar diye çok sinirlendik ve yanlarına giderek sorduk. Tabi biz Türkçe çok az biliyorduk. Sonra kötü konuşmadıklarını, aslında bizi merek ettikleri öğrendik” diyerek gülüyor.

“Türkiye’nin tıpta çok ileri olduğunu duydum”
Madagaskarlı Tiavina henüz 8 aydır burada ve TÖMER kursunu yeni bitirmiş. Şimdi tercihlerinin sonucunu bekliyor. Memleketinde 2 yıl tıp okuyan Tiavina, burada da tıpı tercih ettiğini söylüyor. Türkiye’yi de tıp nedeniyle tercih ettiğini belirten Tiavina, “Türkiye’nin tıpta çok ileri olduğunu ve önemli çalışmaların yapıldığını öğrenince seçtim. Benim ülkemde sınav yapılmıştı ve o sınavdan da yüksek puan alınca gidip yabancı ülkelere burslu öğrenci gönderen şubelere başvuru yaptım. Rusya’yı, Türkiye’yi ve Cezayir’i seçtim. Bursu kazanınca da tercihimi Türkiye’den yana kullandım” diyor. Tıp alanındaki eğitiminin ardından uzmanlaşarak birçok çalışmaya imza atmak istediğini belirten Tiavina, bunun için çok çalıştığını söylüyor.

Her yerde dolandırıldı
Kongolu Yannick’de 8 ay önce gelmiş Türkiye’ye. Neden Türkiye diye soruduğumda, farklı bir kültür öğrenmek istediği için tercih ettiğini söylüyor. Önce Çin’i istediğini, olmayınca da Türkiye’yi tercih ettiğini belirten Yannick, bölüm olarak da Petrol Mühendisliği ve Jeoloji Mühendisliği böyümlerini seçtiğini belirtti. Bunun nedenini sorduğum da ise ülkesinde petrolün ve madenin çok olduğunu okulu bitip dönünce de amacının bu alanlarda çalışmak olduğunu söyledi. Türkiye’de kalmayı düşünüp düşünmediğini sorduğum da ise, “Hangi tarafta daha iyi bir işim olursa orada yaşarım” cevabını aldım. Türkiye’ye geldiği ilk günü sorduğum da hatırlamak istemediği kötü bir anısı olduğunu söylüyor ve anlatıyor; “İlk İstanbul’a geldim. Oradan Antalya’ya nasıl gidebileceğimi sordum. Bir adam yardımcı olacağını söyledi. Sonra benden otobüs bileti parası diye 150 euro aldı. Tabi ben sonra fiyatların öyle olmadığını öğendim ama kandırılmıştım çoktan. Antalya’ya gelince Milli Eğitim’e gittim ve Pazar olduğu için bir işlem yapılmadı. Otelde kalabileceğimi söylediler. Bir otele gittim ama tabi Türkçe bilmiyorum. Kaç para diye sordum ve elimdeki bütün parayı gösterdim. Hepsini aldı paranın” diyor. Sürekle dolandırıcılarla karşılaşan Yannick, çok parasının gittiğini ve hiçbir şey yapamadığını söylüyor.

Atatürk merak uyandırdı
Nijerli Moutari’de 3 yıldır Türkiye’de ve İktisat öğrencisi. İzmir’de Türkçe eğitimi alan Moutari, Afrikalı öğrencileri Antalya’ya ve Türkiye’ye duyuran Afrotalya’nın kurucularından. Türkiye’ye ilk geldiğinde çok yabancılık çektiğini söyleyen Moutari, buraya gelecek başka Afrikalıların yabancılık çekmemesi için Afrotalya adında bir dernek kurduklarını belirtti. Türkiye’ye geldiğinde ilk dikkatini çeken şeyin diğer arkadaşlarında olduğu gibi her yerde Atatürk’ün resimlerinin yer alması olduğunu söyleyen Moutari, ülkelerinde böyle bir uygulama olmadığını söyledi. Sonrasında da merak edip Atatürk’ün hayatını öğrendiğini ekliyor.

Çalışma izni de yok, staj izni de!
Başarılı bir öğrenci olduğunu söyleyen Moutari, başarılı öğrencilerin Afrika Birliği bursu alabildiklerini ama çok az kişinin kazanabildiğini anlatıyor. Ülkesinde de burs kazandığını ve okumaya başladığından bahsediyor. Okurken Türkiye burslarıyla ilgili ilan gördüğünü arkadaşının zoruyla başvurduğunu söylüyor. 325 lira burs aldığını belirten Moutari, bu bursun yetersiz olduğunu üstüne üstlük ailesinin de destek gücü olmadığını paylaştı. Bunun üzerine çalışmayı düşünen Moutari, bir şirketten iş teklifi aldığını ama çalışma izni verilmediği için başlayamadığını söylüyor. Şirketin çalışma izni yoksa stajyer olarak alma talebinin ardından bir takım araştırmalar yapan Moutari, staj yapmanın yasalara aykırı olmadığını öğreniyor. “Şirkete sakıncası olmadığını okula yazı yazabileceklerini söyledim. Geldiler okula ama sorun varmış. SGK’dan çalışma iznim olmadığı için staj da yapamayacağımı bildirdiler. Ama ben araştırdım ve gördüm ki birçok ülkede öğrencinin çalışma izni var” diyerek Türkiye’deki sistemin sıkıntılı olduğunu aktarıyor Moutari.

‘Irkımız kötü bir şey mi yaptı?’
Türkiye’de yaşadığı üzücü bir olayı da paylaşan Moutari, “Ben geldikten bir ay sonra ailemi aradım. Canımın sıkkın olduğunu ve bizim ırkımızın kötü bir şey yapıp yapmadığını sordum. ‘Hayır’ cevabını alınca Türkiye’de, bana neden garip baktıklarını ve tuhaf davrandıklarını sordum. Annem, ‘Seni farklı görüyorlar. Onun için devamlı bakıyorlar. Sen kötü hiçbir şey yapmadın. Sabırlı ol. Sadece 4 yıl orada kalacaksın’ dedi. Yeter ki ben iyi insan olayım hepsini aşacağımı biliyorum. Ben her zaman karşımdakiler için iyi şeyler düşündüm. Acaba onlarda benim hakkımda öyle mi düşünüyorlar” diyerek kendini sorguluyor. Türkiye’ye geldiğinden bu yana en nefret ettiği şeyin ona dik dik bakmaları olduğunu söyleyen Moutari, eğitiminin ardından ülkesine geri dönmek istiyor.

Biri tıp okumak için diğeri ise yüksek lisans için Türkiye’de
Kougalı Terese ve Sunka ile Türkçe’yi çok bilmedikleri için kısa bir görüşme yaptık. Geçtiğimiz yıl Antalya’ya gelen Sunka ve Terese henüz TÖMER’den aldıkları eğitimi tamamlamış ve tercih yapmış. Henüz tercih sonuçları açıklanmadığını belirten Sunka, tıp okumak istediğini söylüyor. Terese ise hukuk alanında yüksek lisans yapmak için 1 yıl önce geldi Antalya’ya. Antalya’da mutlu oldukları söyleyen Terese ve Sunka eğitim için çok doğru bir seçim yaptıklarını düşünüyor. Teşekkür ediyor ve onları uğurluyorum.

Afrotalya
Afrotalya üyeleri kendilerini şöyle tanımlıyor; “Biz geldiğimizde sorunlar yaşadık. Yeni gelecek arkadaşlarımızın sorun yaşamaması için böyle bir dernek kurmaya karar verdik. Yeni gelen arkadaşları karşılamayla başlayan çalışmamız, arkadaşların işlemlerine yardımcı olup yurtlarına yerleştirip buraya alışana kadar devam edecek. Böylece gelen arkadaşlar Türkiye’de yabancılık çekmeden sorun yaşamadan öğrenimlerini sürdürebilecek.” Yaptıkları çalışmaların bunlarla sınırlı kalmadığını da belirten Afrotalya üyeleri, hazırladıkları internet sitesiyle de Afrika kültürünü Türkiye’ye Türk kültürünü Afrika’ya tanıtmayı amaçlıyor. Dernekte yaptıkları bir diğer çalışmanın da ‘Acil Kasası’ olduğunu söyleyen üyeler, acil kasanını ise şöyle tanımlıyor; “Bir acil kasası oluşturduk. Orada topladığımız parayla o ay parası olmayanlara borç verebiliyoruz. Mesela isteyenler kasaya parayı koyup deftere 3 ay sonra alacağım diye yazıyor. İhtiyacı olan kişi de parayı alıp ne zaman verebileceğini deftere kaydediyor. Böyle bir yardımlaşma döngüsü oluşturduk.” Kendi içlerinde böylesine güzel bir yardımlaşma sistemi oluşturarak birbirlerine destek verecek bir yol oluşturmuşlar. Bununla da gurur duyuyorlar. Umarım bu çalışmaları daha geniş kitlelere yayılarak devam ettirirler.
Ayşe ÖZER

Her evin, her hayatın bir hikayesi var




Her evin, her hayatın bir hikayesi var

Gelin Masa Dağının eteklerindeki bu evlere hepimiz konuk olalım. Hep beraber okuyalım hayatlarından alınan birkaç karenin anılarını. Şimdilerde 2/B sorunlarıyla boğuşan Masa Dağı halkının yurt edindikleri bu topraklara gelişlerinin ve yaşadıklarının hikayesi...

Her semtin, her mahallenin, her sokağın ve her evin bir hikayesi var. Bir görünen yüzü, bir de görünmeyen yüzü var. Kimisinin varoşlar diye adlandırdığı, kimisinin göçebelerin işgal yeri ithamında bulunduğu ve onlarca hayatın yaşadığı Masa Dağı’nın Barış Mahallesi’ne konuk oldum. Konuşulanların ve dışarıdan görülenlerin aksine ıssız sokaklar ve balkon ya da teraslarda oturan insanlar var. Soğuk yıkık görünümün altında yaşayan sıcacık insanlar var. Daha kapıdan selam verirken, ‘kimsin, necisin?’ diye sormadan evlerine buyur ediyor insanlar burada. Bu teklifi geri çevirmiyor ve bu sıcacık evin terasına oturuyoruz. Oturanların ev sahibi karı koca ve birkaç komşu olduğu hemen anlaşılıyor. Ben daha içeri girerken evin beyi hanıma sesleniyor, “Hanım hadi hemen bardak getir de misafirimize de çay koyalım” diye. Sıcak bir karşılamanın ardından öylece sorgusuz sualsiz bir muhabbet başlıyor. Sonra yavaş yavaş komşular da geliyor. Çaylar meyveler derken ikramlar hiç bitmiyor. Ardından “Yemeği de ye öyle git” diyen ev sahibini kıramıyorum el yapımı erişte de yaptım diyince. Yer sofrasında yemek yerken muhabbete devam ediyoruz. Öylesine sıcak bir ortam oluyor ki sanki onların karşı komşusuyum ve oturmaya gelmişim gibi. Hiçbir yapmacıklık yok konuşmalarda, öylece çekinmeden konuşuyor herkes. Balkon birkaç saat içinde mahalleden birçok komşunun uğrak yeri oluyor. “Biz hep böyleyiz” diyorlar. Burada kimin nereli olduğu, doğulu mu, batılı mı olduğu hiç konuşulmuyor bile. Herkes kardeşçe ve sıkı bir komşuluk ilişkisi içinde yaşıyor. “Biz evlerimizin apartmanlara dönüşmesini istemiyoruz. O zaman komşuluk ilişkilerimiz biter. Bu sıcak ortam olmaz” diyorlar. Haklılarda; çünkü Antalya’nın apartmanlarla dolu semtlerinde bu sıcaklığı ve samimiyeti bulmak oldukça zor. Bu evlerin ve bu insanların hayatlarının korunması için bu hikayeleri sizlerle paylaşıyorum. İnsanları anlatırken hepsinin başına siz okurlarımızın dikkatini çekecek bir başlık koyabilirdim ama bu insanları başlıkları dikkatinizi çektiği için değil de hayatlarını az da olsa anlayabilmeniz için okumanızı istiyorum.

İşte bu evlerin kısa hikayeleri…

Ramazan Güneş 1934 Mardin doğumlu.
1999’un Mayıs’ında düşmüş Antalya yollarına. 10 sene koruculuk yapmış Mardin’de. Canı pahasına da olsa savunduğunu söylüyor köyünü, yerini, yurdunu. Terörden ve dağ eşkıyalarından. Neden koruculuğu bıraktığını sorduğumda şu cevabı veriyor Ramazan amca; “Bizi suçlayan bir yüzbaşı vardı. Hiç günahım suçum yoktu. Aldı görevden kovdu köyümden. Evimden ekmeğimden etti. Mecbur kaldık Antalya’ya göç etmeye. Buraya geldik ama hiçbir ey kolay elde edilmiyor. Bir evde 8 ay kirada kaldık. Sonra bir gecekondu aldık. Allah ne verdiyse orada yaşamaya çalıştık.” Hanımını soruyorum bir anda kelimeler düğümleniyor boğazında. Sanki bir ateş düşüyor yüreğine. Gözlerinden akmaya çalışıyor damlalar. Göz kenarlarındaki kırışıklar izin vermiyor rahatça akmasına. Bir anda erkek olmasından ve yaşından dolayı utanıyor gözyaşlarından. Elimi dizine koyuyorum ‘affet beni’ diyorum. Ama ben bile Ramazan amcayı ağlattığımdan kendimi affedemiyorum. Gözyaşlarını silip tekrar gülümsemeye çalışıyor. Tekrar eski günlerine dönüp anlatmaya devam ediyor; “200 hayvanım vardı memlekette. Her şeyi öylece bırakıp geldim. Sonra gittim öğrendim ki, köylüler hayvanlarımı almışlar. Bütün emeklerim hayvanlarım ellimden gitti. Ben hiçbir şey yapamadım.” Gözünün önüne getiriyor bir anda hayvanlarını emeklerinin ardından yaşlı gözlerle bakıyor. “Allahın takdiri” diyor. Çocuklarını anlatıyor daha sonra; “8 çocuğum var. biri İzmit’te, biri İstanbul’da, diğerleri de burada. 3’ü kız, 5’i oğlan. İnşaat işlerinde çalışıyorlar. Ellerinden ne gelirse yapmaya çalışıyorlar. Ben de temizlik işleri yapıyorum.” Sözünü kesip ‘hala mı?’ diye soruyorum. Mahcuplukla mecburiyetten olduğunu ifade eden gözlerle, “Hala” diyor. Bu sefer benim boğazımda kelimeler düğümleniyor. 78 yaşındaki bu amcamı emekliliği dahi olmadan çalışmaya mahkûm eden sisteme kızıyorum içimden. Ama elden bir şey gelmiyor. Tekrar memlekete geliyor konu. ‘Özlüyor musun?’ diye soracak oluyorum, sorduğum anda tekrar arkasını dönüyor bana gözlerinden akan yaşları görmeyeyim diye. Sonra zar zor kendini toparlayarak; “Tabi ya özlenmez mi memleket? Havası, suyu, toprağı hele meyvesi, sebzesi bir başka özleniyor” diyor. Hanımını ne zaman kaybettiğini soramıyorum bile. Sonrasında komşularından 2 yıl önce hanımını kaybettiğini ve aslında eskiden çok neşeli bir insan olduğunu öğreniyorum. Bana da her şeye rağmen gülümsemeye çalışmıştı. Ama acılar hala yüreğinde öylesine taze yaşıyordu ki buna izin vermiyordu. Şimdi nasıl, kimle yaşadığını soruyorum; “Küçük oğlum var yanımda bir tek. 25 yaşında o da inşaatlarda çalışıyor. Gecekondumuzda yaşayıp gidiyoruz” diyor. Ramazan amca elbette hayatına devam ediyor ama onun neler yaşadığını bir Allah biliyor, bir de kendisi.

Havva Gündoğdu Gazipaşalı 30 yıl önce geldi Antalya’ya
Evlilikten sonra buraya yerleştiklerini anlatıyor Havva Hanım; “Dokuma fabrikasında çalışıyordu eşim evlendikten bir sene sonra ben de orada çalışmaya başladım. O zamanlar buralarda yollar yok. Masa Dağı’nın aşağısına kadar kenarı çalılıklarla kaplı bir patika yoldan iniyorduk. Daha yollar yapılalı 7-8 sene oldu. Yıllarca o patika yoldan işe gidip geliyorduk. Eve gelince asıl çile başlıyordu. Kazanı kurup çamaşır yıkamaya koyulurdum gece yarılarına kadar. Yorgunluktan gözlerim kapanırdı ama yapacak bir şey yok. İşleri bitirmem gerekiyor. Ellerim yara içinde kalırdı ama yinede çamaşırları kaynatır daha temiz olsun diye uğraşırdım. Elektrik, su yoktu. Orta yerde bir çeşme vardı gecelere kadar hiç uykusuz sıra beklerdik. Su için kavgalar olurdu. Hiç uyumadan işe gittiğimi bilirim. Çocuklar arkamdan ağlardı ‘gitme’ diye” diyor. Sesi titriyor. O günleri hatırlamak ağır geliyor yüreğine. Bu evlere hiç kolay sahip olmadıklarını gözlerine bakınca anlamak mümkün. Tek istedikleri yıllardır derdini sıkıntısını çekerek sahip oldukları iki odalık gecekondularını kaybetmemek. O günleri anlatmaya devam ediyor bulduğu son güçle, “çocuklarım eve geldiğimde ve gözlerim uykudan kapandığında ‘anne gözlerini kapatma’ diye yalvarırlardı. Onlarla azıcık ilgileneyim diye. 5 buçukta kalkıp, sobayı yakar ve kahvaltı hazırlardım. Sofra beziyle üstünü kapatır işe giderdim. Uyanan kalkar kahvaltısını yapar giderdi. Eşim ben gece vardiyasında çalışırken çocuklara bakardı. Eve geldiğimde bütün tava tencereleri yanmış bulurdum” diyor. Ama bunu canı sıkılarak değil de minnetle anlatıyor. Bu minneti kelimelere ise şöyle döküyor; “Naspın erkek işte. Elinden geleni o kadar. Buna da şükür ben yokken çocukları aç koymamaya çalışıyor.” İşten gecenin bir yarısı nasıl eve geldiğini anlatmaya başlıyor biraz soluklandıktan sonra; “Akşam geç vakitte eve gelirken hele birde yağmur varsa ayaklarım su içinde kalırdı. Gelir gelmez sobanın başına koyardım; kurusun da ertesi güne giyebileyim diye. Tabi şimdiki gibi her elbisenin altına ayrı ayakkabı yoktu o zamanlar” diye şimdi ki halini eskiye yeğlediğini anlatan gözlerle bakıyor. Sohbet koyulaştıkça daha da anlatıyor. ‘Bak bu da vardı’ diyerek. Konu henüz altı aylıkken kaybettiği bebeğine geliyor. “ihmal” diyor, “cahilmişim” diyor ama bir şekilde acısını bastırıyor. Elden artık hiçbir şeyin gelmeyeceğini biliyor. Fabrikadaki kreşe çocuğunu verdiği günlerden birinde, emzirme saatinde kreşe gittiğinde öğreniyor acı gerçeği. İçi acıyarak anlatıyor; “emzirme saatinde gittim kreşe. Herkesin çocuğu kucağında, anneleri emziriyor. Benimkini sordum. ‘Uyuyor şimdi sen git’ dediler. Dedim en azından emzireyim yine uyusun. Koşup odasına gittim. Baktım öylece yatıyor. Öğrendim ki katı mama vermişler o da nefes borusuna kaçmış öylece yatıyor bebeğim. Daha yeni ölmüş sıcacıktı bedeni. Aldığım gibi hastaneye yetiştirdim ama nafile kurtaramadılar” diyor sadece tek bir soruya cevap arıyor, ‘neden haber vermediler?’ soruları kafasını hala kurcalıyor ve devam ediyor anlatmaya; “Belki ben gidip öğrenmeseydim ölü çocuğu öylece elime vereceklerdi. Ben de kendim öldürdüğümü sanacaktım. Bebeğimin sırtına vurmuşlar göğsüne vurmuşlar mamayı çıkarmak için. Burnundan kan gelmiş ama nafile bir hastaneye kaldırmamışlar” diye feryat ediyor. Sonrasında şikayet ettiklerini ve 6 aylık bebeği olayda kusurlu bulduklarını söylüyor. Diyor ki; “Biz kimiz ki hakkımızı arayabilelim. Onlar güçlü her şeyin üstünü örttüler. Şimdi de evlerimizde hakkımızı yemeseler bari.” Havva Hanım’ın canı çok yanmış ve daha da yansın istemiyor. Tek istediği 30 yıldır oturduğu dişiyle tırnağıyla yaptığı, geceleri yıkılacak diye uyku uyumadan beklediği yuvasının ellerinden gitmemesi. “Biz devlete bedeli neyse ödeyelim elbet” diyor. “Ama ödeyebileceğimiz bedeller konsun” diye de ekliyor.

Aysel Aslan Batmanlı 1977’de Antalya’ya gelenlerden o da

Daha henüz bebekken geldiğini söylüyor. Kendi ağzından dinliyoruz hikayesini, “Biz 7 kardeşiz. Biz geldiğimde ben bir yaşındaymışım. Batman’ı gezmeye falan gittiğimde gördüm. Oralarda yaşamadım. Güzel yerler ama seçme şansım olsa yine Antalya’da yaşardım. Burayı yurt belledik, burada büyüdük. Ekmeğimizi de buradan kazandık. Biz hiç mahallemizde çevremizde dışlanmadık. Buranın bir parçası olarak görüldük. Burası da bizim memleketiz” diyor. Batman’daki hayatın çok zorlu olduğundan ve iş alanlarının olmadığından bahsediyor. Orada insanların buzları kırarak abdestlerini aldıklarını Antalya’nın oraların yanında cennet gibi kaldığını anlatıyor. Burada yaşayan ve burada büyüyen nesil memlekete bir özlem duymuyor. Tek benimsedikleri memleketin Antalya olduğunu ve bu evlerin, yerlerin kendi yurtları tek varlıkları olduğunu söylüyor.

Yüksel Altınok Elmalılı 1980 yılında Antalya’ya yolu düştü.

Evlilik nedeniyle gelen kadınlardan Yüksel Hanım’da. “Memleketim yayla gibi bambaşka” diyerek başlıyor söze. “Ev temizliği yaparak yaşadım 20 sene boyunca. Hala da gidiyorum. Sigorta yok hiçbir güvence yok. İki çocuk büyüttüm birini okuttum birini gelin ettim” diyerek gururlanıyor evlatlarıyla. Kendi çektiği bütün dertleri unutuyor o anda. Evlatlarının yetişip gözünün önünde adam olduklarını görmek sanki bütün acılarını dindirmiş gibi. Tekrardan o günleri anlatmaya devam ediyor, “Eşim inşaatlarda çalışır eve gelince asmanın altında benim eve gelişimi beklerdi” diyor minnet duyan gözlerle bakarak. “Haftanın en aşağı 5 günü temizliğe gidendim. Allaha şükür başımızı sokacağımız bir evimiz oldu. Şimdi devlete ödemiz gereken bir de para var. Ödeyelim elbette ama bizim etimiz budumuz belli. Kolaylık olsa evimize kimseler el koymasa bizde ucundan ucundan ödesek gitsek. Başka ne isterim ki” diyor evinden başka gidecek yeri olmadığı için. Sonra da kendi kendine hayıflanmaya başlıyor, “Çocukların yanında olamadık sıkıntılı zamanlarında. Hep çalışmada, hep iş güç peşinde koşturduk. Büyüdüklerini kendi gözümle izleyemedim hiç. Hayat telaşı bunu aldı bizden” diyerek mecburiyetin getirdiği yükün altında eziliyor. Şimdi bütün bunların acısını torunlardan çıkardığını onları doya doya sevdiğini ışıldayan gözlerle anlatıyor.

Meryem Aslan Antalya’da doğup büyüyen bir Batmanlı
Daha önce bir buçuk ay kadar Batman’da kaldığını ama Antalya’nın daha yaşanacak bir şehir olduğunu söylüyor Meryem. Memleketin dair izler taşımayan Meryem, “İyi ki de buraya gelmişiz” diyor. Ailesi henüz o bebekken Antalya’ya gelmiş. Memlekette iş kaynaklarının olmaması sebep olmuş Antalya’ya sürüklenmelerine. Burada iyi kötü kazanmışlar ekmeklerini. Karınlarını doyuracak bir kap aş, başlarını sokacak bir oda ev bulmuşlar. Şimdi ise bu evlere tapuları çıkacağı için mutlu olduklarını söylüyor. Ne olursa olsun emek verdikleri yuvaları belledikleri evlerini kaybetmek istemiyor. Devletin bu konuna kolaylık sağlayacağına güveniyor.

Yaşanur Ört Kocaeli’den 1989 yılında gelenlerden Antalya’ya

Bir yıl sonra Masa Dağı’nın eteklerinde ev yaptıklarını söylüyor. sabahlara kadar beklediğini söylüyor gecekonduları yıkacaklar diye. “Hep içimizde bir korkuyla yaşadık. Şimdi yeni yasa sayesinde tapularımız olacak. Artık evlerimizde yıkılma korkusu olmadan yaşayacağız” diyor Yaşanur Hanım, “Tabi evlerimizi almaya gücümüz yeterse” diye de ekliyor. Birazda ailesini anlatıyor; “3 çocuğum var. eşimde kahvehane işletiyor. Eskiden geceler boyu su taşırdık sularımız yoktu. Buraların çok çilesini çektik. Elektriksiz susuz yaşadık onca zaman ama sabrettik, gayret ettik. Şükür ki bu günlere geldik. Her sıkıntıya göğüs gerdik. Şimdi ise aşmamız gereken tek bir engel kaldı. Evlerimiz ölçülüp kaç para ödeyeceğimiz de belirlendi mi her şey yoluna girecek. Tabi biz bu bedelleri ödeyebilirsek. Devletin burada kolaylık sağlamasını beklemekten başka yapacağımız hiçbir şey yok” diyor.

Fahriye Aslan Aysel Aslan’ın annesi

Sonradan katılıyor Fahriye Hanım sohbetimize. “5 kızım, 2 oğlum var. Zamanında koca kazandı biz yedik. Sigorta da yoktu. Yeşil karta güvendik. Şimdi yeşil kartında bir hükmü kalmadı. O zamanlar cahillik edip sigortaya bakmadığımız için şimdi bir emeklilikte yok sağlık güvencesi de yok” diyerek “Eyvah!” ediyor ama nafile. Çocuklarını anlatıyor birazda; “Çocuklarımdan tek biri evli. Diğerleri de çalışıyor çabalıyor eve katkı sağlıyorlar” diyor minnet duyarak. Memleketini soruyorum, bin iç çekiyor ve ardından anlatmaya başlıyor büyük bir özlemle; “Köyümde her şey vardı. Orada yaşamak isterdim şansım olsa. Herkesin kendi memleketi elbet başka oluyor. Ama ne yaparsın ki ekmeğini nerede kazanıyorsan oralı oluyorsun. Şükür bize burada karnımızı doyurduk. Elbet hiçbir şey kolaylıkla olmuyor. Zorluğunu göğüsledik her şeyin. Evimizi yerimizi dişimizle tırnağımızla yaptık. Elbet devlet bunları görür de bize kolaylık sağlar evimizin tapusunu almada” diyor umutla bakarak.

Halk kahramanı Tevfik Doksal’da 1973’te Antalya’yı mesken tutmuş.
Memleketi Batman’ı ortaokul zamanında bırakıp amcasının yanına gelmiş Antalya’ya. “Beni babamdan çok amcam büyüttü. Onun emeği üzerimde daha çok” diyor. O dönemlere Antalya’yı soruyorum. Anlatıyor kendinden pay biçerek; “İnşaatlarda çalışıyorduk. O zamanlar Antalya’nın yeni gelişmeye başladığı biç bitmeyen inşaatların başladığı zamanlar. Antalya’da iş çoktu. İmse işsiz kalmazdı o dönemde. Şansın olsa memleketinde mi yoksa Antalya’da mı yaşardın? Diye soruyorum. Cevap net oluyor; “Şansım olsa yine burada yaşardım” diyor hiç tereddüt etmeden. Antalya’yı memleketi olarak özümsemiş insanlardan biri Tevfik Abi. Kendisiyle ilk tanıştığımız an “Ben halk kahramanıyım” dedi Tevfik Abi. Nedenini sorduğumda kahramanlık hikâyesini anlatıyor; “Geçen gün evin içinde yılan çıktı. Bir buçuk metre falan vardı. Ben hemen yakalayıp öldürdüm.”(Gülüyor) “İşte beni böylece halk kahramanı ilan ettiler” diye hem gururla hem de gülerek anlatıyor kahramanlık hikayesini. Telefonu çaldığında ise, “Buyurun halk kahramanı ile görüşüyorsunuz” diyerek daha da tadını çıkarıyor esprili halk kahramanlığının. Sonra gençlik yıllarının fotoğraflarını gösteriyor. Eski Türk filmi aktörlerini anımsatan siyah beyaz fotoğraf karelerinde Tevfik Abiyi tanımak oldukça zor. “Yaşlandık, bir taraftan da şeker yakamıza yapıştı. Zamanında hiç durmak bilmeden çalıştık. Şimdide erkenden çöktük” diyerek açıklıyor bu değişimi. Devletten yana umudunu kaybetmediğini ama 2/B arazileri üzerinde oyunların dönmeye başladığını söylüyor. bu oyunlara kurban gitmekten korktuğunu ve muhtarların ve buraların denetlenmesi için devletten yetkili bekliyor. “Onca zorlukla yapılan iki oda gecekonduların rant kavgasıyla elimizden gitmesine devlet müsaade etmesin. Gelsin buraları görsün” diyerek çağrıda bulunuyor.

Mehmet Altınok Burdur’dan 1974’te Antalya’ya gelmiş
Antalya’da devam eden yaşam mücadelesine 1980’de evlendiği eşini de dahil etmiş. O dönemleri soruyoruz, anlatıyor; “Biz ev yaptığımızda daha bu bölgede 5-6 ev vardı. Elektrik, s hiçbir şey yoktu. Elektrik direklerini bile biz kendimiz diktik. Ben ellerimle kazdım direklerin yerlerini.” Ardından bir anda duygulanıyor ve şu kelimeler dökülüveriyor; “Tapumuzu da alabilirsek inşallah. Ellerimizle kazıdığımız toprağın birde tapusu aldık mı işte tam bizim memleketimiz olacak” diyor mutluluk dolu bir tebessümle. Devam ediyor; “Buraya geldik ekmeğimizi kazandık. O zamanlar sağ-sol davaları da vardı. Biz 78 kuşağıydık. Geceleri dışarıya çıkılmazdı. O dönemi bile burada zorluklar içinde atlattık. Bütün sıkıntılara göğüs gerdik. Kimseye bir şey yapmadık. Kimseye göz dikmedik. Sadece geldik devletin yerine bir ev yaptık. Bunun da bedeli neyse ödeyeceğiz. Gücümüz yettiği kadar. Çünkü burayı evimiz barkımız belledik. Burada kazandık, burada yedik” diyor duygulanarak.

Bu insanlar burayı yeri yurdu olarak görüyor ve istedikleri yuvalarından ayrılmamak. Devletten ise fırsatçılara izin vermemesini ve göz yummalara müsaade etmemesini istiyor. Onca emekle dişini tırnağına takarak yaptıkları bu yuvalarını kaybetmek istemiyorlar.


Ünlü girişimciden Antalya yatırımı



Ünlü girişimciden Antalya yatırımı

ABD Başkanı Obama tarafından davet edilen dünya çapındaki 150 girişimcinin arasında yer alan Baybars Altuntaş, şimdi de Antalya’da yatırım yapmaya hazırlanıyor. Yeni projesini sır gibi saklayan Altuntaş, yakında yeni yatırımlarla Antalya’da olacak.


Antalya’da yeni projelere adım atmaya hazırlanan ünlü girişimci Baybars Altuntaş, yeni girişimleri için Antalya Teknokent’e gelerek incelemelerde bulundu. Çok yakında çalışmalara başlayacağını aktaran Altuntaş, daha önce de Antalya’ya gelerek bir takım çalışmalar gerçekleştirdiği söylüyor. Özellikle Bloomberg HT kanalında yayınlanan Dragons’ Den programına gelen girişimci adaylarının arasında Antalya’dan gelenler adaylar da olduğunu belirten Altuntaş, bu adaylar vasıtasıyla Antalya’da girişimciliğe ilk adımı attığını ifade ediyor. Bir çok girişimci fikrine destek veren Altuntaş’ın girişimcilikte aradığı; girişimcilik ruhu, iş fikri ve paranın kokusunu alması. Kendi hayat hikayesini anlattığı seminerlerde sıfırdan nasıl patron olunacağını  katılımcılarla paylaşan Altuntaş, Türkiye’nin girişimcilik için çok elverişli bir ülke olduğunun da altını çiziyor.

Otobüsten indi, BMW’ye bindi

Boğaiçi Üniversitesi’nde İngilizce öğretmenliği okurken değişen hayat hikayesini bir kitapta toplayan Baybars Altuntaş, kitabının 24’üncü baskısını yapmaya hazırlanıyor. Yayımlandığı ilk günden itibaren ‘en çok okunanlar’ listesinden hiç düşmeyen ‘Otobüsten İndim BMW’ye Bindim’ isimli kitabın, bu kadar çok satılmasının sırrı, Baybars Altuntaş’ın hayatında saklı. Altuntaş’ın hayatını ne mi değiştirdi? Kendisinin de söylediği gibi bir girişimcide olmazsa olmaz ‘iş fikri’ ve girişimcilik ruhu Altuntaş’ı otobüsten indirip BMW’ye bindirdi. Bir dönem Başbakan Erdoğan’dan, ABD Başkanı Barack Obama’ya kendi elleriyle götürdüğü özel mektupla dünya gündemine gelen ve CNN İnternational kanalında canlı yayına katılan bir girişimci Baybars Altuntaş. Bunların hiç birinin tesadüf olmadığının da altını çizen Altuntaş, “Torpilim yoktu, param yoktu, çevrem yoktu. Ama bunların hepsi oldu” diyor ve ekliyor; “Ben yaptıysam herkes yapabilir.”


“Ben yaptıysam herkes yapabilir”


Antalya Güllük Deulcom İnternational’de gerçekleştirdiğimiz hoş sohbette girişimciliğin sırlarını bizlerle paylaşan Altuntaş, amacının herkesin her şeyi yapabileceğini göstermek olduğunu söylüyor. İlkesi de, “Ben yaptıysam herkes yapabilir.” Hayatını trafikte vakit kaybını önlemek amacıyla Adana’da sürdüren ünlü girişimci, çalışmalarını daha az vakit kaybıyla oradan yürütüyor. Öğrenciyken başlayan girişimcilik hikayesini ve Türkiye’nin en iyi 100 franchising markasının arasına nasıl girdiğini anlattığı kitabıyla dikkatleri bir kez daha üzerine çeken Altuntaş ile yaptığımız keyifli sohbet ve tavsiyeleri sizlerle.

‘Motoru çalıştırmayı bilmeli’

Geleceğe hazırlık yapan üniversite öğrencilerine yönelik çalışmalarınızın olduğu dikkatimi çekti. Sizce bir üniversite öğrencisi nasıl başlamalı hayatına?
Ben üniversite eğitimimim döneminde bu kadar başarıya ulaşabildiysem herkesin bundan daha fazlası yapabileceğini bildiğim için ve bu kadar inandığımdan dolayı üniversite öğrencilerine gidiyorum açıkçası. Çünkü inanmasanız, bir kez gidersiniz, iki kez gidersiniz, üçüncüsünde canınız sıkılır. Ama 120 tane üniversiteye gitmek bu işe inanmanızı gerektiriyor. Benim inandığım nokta şu; Türkiye’de üniversite öğrencileri çok güzel iş fikirleri üretebiliyor. Fakat bu iş fikirlerini nasıl harekete geçirecekler bununla ilgili fikirleri yok. Ben de onların bunu nasıl para olmadan harekete geçirebileceklerini anlatmak istiyorum. Çünkü ben böyle yaptım. Örneğin bir araç düşünün aracın güneş enerjisiyle çalışan bir motoru var diyelim, bir de normal mazotlu motoru var. Sizin mazot alacak paranız yoksa o zaman güneş enerjisiyle bunu çalıştırmanız gerekiyor. Onun içinde beceri gerekiyor. İşte insanlara anlatmak lazım güneş enerjisiyle nasıl motorun çalıştırılacağını. Kalkıp da ‘Ben bunu çalıştıramıyorum. Mazot alacak para da yok. O zaman ben sahanın kenarına çekileyim’ demek yok. Bu bizim kitabımızda yazmıyor.

Bir işe başlarken belki de örnekleri göz önünde bulundurmak gerekiyor. Siz o nedenle mi her konuşmanızda kendinizi örnek veriyorsunuz?
İnsanlar canlı örneği karşısında görünce inanıyor. Birde onlardan biri olarak bunu anlatabiliyorsan o zaman daha da alevleniyor.

Size gelip, ‘Ne olursa olsun bu işler parasız olmaz’ dedikten sonra sizinle konuşunca fikri değişenler oluyor mu?
O kadar çok ki. Örneğin bu gün imza günüm olduğunu sadece twitterden geçtik. Adam tatilde ve benim buraya geleceğimi twitterden görmüş. Adana’da daha önce seminerime katılması rağmen bir daha göreyim diye geliyor. Tatilde çocuklarını bırakıp giyinip gidip bir Baybars Bey’i göreyim demek enteresan. Bu yönde özellikle çok geri dönüşüm mailleri alıyorum. Zaten onları ayrı bir kitap yapacağım. Bugün gidersin üz bin kişiye bir şeyler anlatırsın da bunun sonucunun olduğunu ve ölçülebilir olmasını tercih ediyorum. Sonucunda demiş olduğumuz şey ile olan şey birbirini tutsun. O yüzden kitapta, ben bunları yaptım değil, sizin de neler yapabileceğinizi takip etmek istiyorum. Şu ana kadar altı yüzün üstünde mail geldi. Kitabın bundan sonraki 25’inci özel baskısında bunları da yayınlayacağız. Çünkü hiçbir yazarın bu kadar geri dönüşü yok. Bu geri dönüşler sayfalarca. İnsanlara ben yaptım sizde yapabilirsiniz derken samimi bir şekilde kendi yaşadıklarımı anlatıyorum. Sonrasında kendileri de yapabileceklerine kanaat getiriyorlar.

24’üncü baskı...

Peki, kitabı yazarken bu kadar ilgi göreceğini bekliyor muydunuz?
Hayır. Türkiye’de bin tane, iki bin tane kitap satınca çok satanlar kategorisine giriyormuş. Bende bin tane iki bin tane çok az değil mi dediğim de, Türkiye’de böyle olduğunu söylediler.

Şuanda ne kadara ulaştı satışlar?
Şu anda 19. baskı bitti. Artık hiçbir yerde kalmadı. 9 ay içinde 19 bin sattı kitabım. Şu anda 5 bin tane daha basılıyor. Yani 24 baskı oluyor. 25’inciyi de özel baskı yapıp okurların mektupları da konacak. Kitap satışa girdiği ilk hafta en çok satanlar listesinde yer almış. Bunu ben sonradan öğrendim. Kitabın, Steve Jobs’dan fazla sattığı haberleri bile çıktı. Açıkçası benim için de sürpriz oldu.

Sizce bu kadar ilgi görmesinin sebebi nedir?
İnsanlar okuduklarında kendilerinden olan bir insanın, sadece onlardan farklı olarak dünyaya bakıp neler yapabildiğini görmek. Eğer bakış tarzlarını değiştirirlerse kendilerinin de yapabileceğini çok net anlıyorlar. Asıl sermaye bakış tarzında yattığını, ‘Ben yapamam edemem, sana mı kaldı’ diye düşünen çoğunluk kitlenin ‘Obama ile ben niye görüşmeyeyim’ diyen bir kitlenin patlaması açıkçası. Sadece 800 liralık bir uçak biletiyle Obama ile görüşülebileceğini gördüler. Mesela CNN sadece benimle röportaj yaptı ve bunu 100 milyon kişiye duyurdular. Şuan da Obama’nın odasında Türkiye’den üç tane fotoğraf asılı. Abdullah Gül, Tayyip Erdoğan ve benim fotoğrafım. Ne Obama ile görüşürken heyecanlandım ne de garip geldi. Çünkü oda bizim gibi iki gözü iki kulağı olan bir insan sonuçta. İnsanlar, belki dünyaya bu şekilde bir bakış açısını yakalarlarsa sonuca gideceklerine inanıyorum. Okuyucular, yapmak isterse eğer, yapabileceğine kanaat getiriyor kitabı okuyunca.

Böyle bir kitapla sadece seminerlerinize katılanların ve sizi televizyondan izleyenlerin dışında daha büyük bir kitleye ulaştığınızı düşünüyor musunuz?
Çıksanız ve dışarıya reklam verseniz bir ton para harcıyorsunuz. Ama bu kitap bütün kitapçıların vitrinlerindeydi. Aslında para verip de yaptıramayacağınız kadar büyük bir tanıtım aslında. Tabi bunun yanında ben bu kitabı bir reklam çalışması olsun diye yazmadım. Böyle bir getirisi olduğunu daha sonradan fark ettim. Birçok televizyon programı bu kitapla çok ilgilendi ve beni davet etti. ‘Otobüsten İndim BMW’ye Bindim’ çok dikkat çekici bir isim oldu. Fakat bu benim gerçekten yaşadığım bir olay. Ben otobüsle giderken okula on iki ay sonra BMW’ye binmeye başladım. Sadece kendi yaşadıklarımı yazdım ben bu kitapta. Mesela benim kitabımı okuyanlar otobüsten indim BMW’ye bineceğim diyorsa bu yeterli değil. Onlarında uçağa binmesi gerekir.


Fırsatlar ülkesi Türkiye

Dünya ile kıyaslayacak olursak Türkiye’de girişimcilik fırsatları nasıl sizce?
Türkiye’de fırsat çok ama değerlendirecek adam sayısını konuşmak lazım. Girişimde bulunacak girişimci çok önemli. Yabancı dil burada büyük rol oynuyor. Yurtdışına açılalım iş yapalım demek güzel. Yabancı dil bilmiyor ki bizim girişimcimiz. İletişim kuramadığınız sürece, bırakın ticareti hiçbir şey yapamazsınız.

Franchising Derneği’nin eski binasında mesleki eğitim kursu açarak ilk çalışmalarınıza başladınız. Şimdi o zamanlarda kurduğunuz kurs merkezinin kaç şubesi oldu?
14 merkezde Deulcom İnternational olarak faaliyet gösteriyoruz. Ayrıca ilk yurtdışı temsilciliğimizi de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetine yaptık. Şimdi orada da eğitimlerimiz başladı. Deulcom’un bünyesinde 60’ın üzerinde de program var. Mesleki eğitime yönelik kurslarıyla illi Eğitim Bakanlığı’ndan onaylı ilk sertifika veren kurumlardanız.

Türkiye saat 10.00’da uyuyor

Siz yaptığınız konuşmalarda kendiniz için gerekli olan bütün seminerlere katıldığınızdan bahsediyorsunuz. Gerçekten bunun yararını görüyor musunuz? Bizim insanımızda bu biraz eksik mi acaba?
Sermaye, sosyal sermaye ve finansal sermaye olarak ikiye ayrılıyor. Sosyal sermaye demek, kartvizit demek. ,Kartvizit eşittir bütün sosyal faaliyetleri takip etmektir. Ben bile hale nerede ne var, takip edip katılıyorsam, herkesin takip etmesi gerekiyor. 15 günlük bir eğitime katılmıştım. Saat 7.00’da kahvaltı da oluyordum. Saat 8.00’da konferans salonunda yerimi alıyordum. Daha Türkiye’de saat 10.00’da millet uyuyordur diye birbirini arayamıyor. Patronlar o saatte yeni işine gidiyor. Bu iş ne kadar ekmek, o kadar köfte demek.

Tekrar girişimciliğe dönecek olursak, siz bir girişimciyi neye benzetirsiniz?
Bir futbol takımı düşünün. İdmanını yapan, sahaya çıkan, top koşturan ve sonunda golünü atacak adamdır girişimci. Bir kısmı golü atar, bir kısmı arkada durur. Kısacası 11 kişilik bir takımın parçasıdır girişimci. ‘Ya koşamazsam, ya nefesim yetmezse’ diye kenarda duranlar, girişkenler. Onlar sahaya girişmiş öylece kalmışlar; girişimci olamamışlar.

Tarif ettiğiniz türden bir girişimcide olmazsa olmaz neler?
Bir, burnu kokuyu alacak. Ne kokusunu? Patlıcan kokusunu değil; paranın kokusunu alacak. İki, gözleri bakmayacak; görecek. Üç, kulağına gelen sağ tarafından girip sol tarafından çıkacak. ‘Aman sahaya girme oğlum ayan kırılır, sana mı kaldı top koşturmak’ sözlerini duymazlıktan gelmesi gerekiyor.

“Eleştiri, bir şeyler yaptığımızın kanıtı”

Dışarıdan bakıldığı zaman kimi insanlar kendilerine bir şeyler kattığınızı düşünürken, kimileri de eleştiriyor. Sizce eleştirilerin sebebi nedir?
- Ben bundan zevk alıyorum. Ama hiçbir eleştiriye cevap vermiyorum. Çıraklık eğitimimi çok eleştirdiler mesela; ben hiçbirine cevap vermedim. Eleştirilmek bir şeyler yaptığınızı gösterir. Hiçbir şey yapmazsanız eleştirilmezsiniz. Beni eleştirenlerin kendilerinin ne yaptıklarına bakması gerekiyor. Benim yaptıklarım ortada. Eleştirenlerin ne yaptığını bilmediğim için cevap verme ihtimalim yok. Bu kitaptan daha fazlasını yapmış olsunlar ki; o eleştirileri ciddiye alıp, cevap verecek motivasyonu bulabileyim kendimde.

Sizce girişimcinin en büyük sermayesi nedir?
İş fikri.

İş fikri var diyelim, sonraki adımı ne olmalı?
Kağıt kalemi eline alacak. İş fikrini devreye sokarsa, nasıl bir riske gireceğini önceden hesaplayacak. Bizim girişimcimizin en çok yaptığı hata, ne kazanırımı hesaplamak. Altından kalkamayacağı bir riske girmeyecek.

Yeni iş hayatına atılacak öğrencilere tavsiyeniz nedir?
Tavsiyem şu; benim hayatımda İngilizceyi çek, bu kitapta çıkmazdı ortaya, CNN’e de çıkamazdım. Bu nedenle yabancı dil olmazsa olmaz. Sonrasında girişimcilik ruhu da varsa zaten gerisi gelir.



Bir Mevsimin Acı Gerçeği




Kendi hikayemi bir dostumun bakış açısından okumanız çok daha doğru olacaktır... İşte sevgili dostum Merve'den benim hikayem....








Ayşe Özer’in hikâyesi Konya’nın bir kasabasında 22 Aralık günü sabaha karşı etrafta bıraktığı çığlıkla başladı. Yumuk elleri açılmaya yüz tutmuş gözlerinin olduğunu iddia edenler var ilk günden. Ayşe öğrenim hayatını babasının yanında kalarak tamamlayamamışsa da en azından bir başlangıç yapmıştır. Lise hayatını ise ilk sınıfında bırakmak zorunda kalmıştır. Ağır hava koşullarında doğmuş olmanın sertliği vardır yüzünde ama içine bakıldığında Anadolu’dan izler taşır.

Ayşe'deki el çabukluğu marifeti kendisine misafir gelenleri hayran bırakmıştır hep. Ona baktığınızda bir anne bir arkadaş bir kardeş görmeniz ne kadar da olağan. Sır tutan yapısının yanında sırra kadem basan yapısı da vardır tek bir kötü haber duymaya görsün evhamlanır, odalara kapılara sığamaz hale gelir.

Ayşe isminin sıradanlığına aldanmayıp hep sıra dışı bir hayat yükünün altına girmiş genç yaşından itibaren çalışma hayatının zorlu yollarında bulmuş kendini. Ama bunu ondan dinlerseniz bu cümle bu kadar da süslü durmaz ağzında; 'aman hayat' der geçer. Klasik bir yaşam nasılda özlemidir oysa onun... Nasılda beklediği istediğidir aslında. Bunlara bir kenara bırakıp Ayşe kimdir de bu kadar yazdırmış bu kız derseniz klasik bir hayat ağacı çizelim Ayşe’ye:

Çalışma hayatına turizmde gözlerini açmıştır. Hayat bu ya işte kendisinin de dediği gibi sen tut Anadolu’da bir kasabada dünyaya 'merhaba' de ve arkasından günleri hayatına Antalya'da turizmde çalışmaya başlayarak ekle. Devamı da bu şekilde gelişmedi elbette. Dedim ya Ayşe sıradanlığın dışına taşmak istemiş ve öğrenimini kaldığı yerden tutmak için adımlarını sıklaştırmıştır. Liseyi dışardan bitirmiş olmanın ağırlığını henüz üzerinden atamamışken üniversite sınavını da halletmiş ve bir kez daha utandırmıştır hayatı.

Üniversite hayatında ise gelmiş benim hayatıma ortak olmuş ve bundan sonra dönüşü olmayacak olan bir dostluğa imzasını atmıştır. Ayşe asla sıkılmayan yorulmayan sabır dolu bir kızdır. Elindeki fotoğraf makinesi ile gece gündüz demez hobilerine hizmet eder. Ona sorsan ne yaptığını 'rahatlıyorum' der. Tuhaf meraklarının dışında- tuhaf dedim çünkü sanata hiç bir fotoğraf karesinden bakmadım- ise çayı sevmez kahveden de pek haz etmez, oturup karşına alıp konuşsan dinler konuşmaz ser verir de sır vermez. Doğduğu mevsimin sertliğinden midir yoksa sert olduğunun acı gerçeğinden mi bilinmez hep bir soğukluk ve güvensizlik taşır... Ama bu fotoğraflarda gülen gerçek Ayşe’nin ta kendisidir. Şimdilerde ise kaleminin el verdiğince yazmakta ve hayata fotoğraf karelerinden bakmaya devam etmekte...

Merve Bozyiğit