18 Ekim 2012 Perşembe

Her evin, her hayatın bir hikayesi var




Her evin, her hayatın bir hikayesi var

Gelin Masa Dağının eteklerindeki bu evlere hepimiz konuk olalım. Hep beraber okuyalım hayatlarından alınan birkaç karenin anılarını. Şimdilerde 2/B sorunlarıyla boğuşan Masa Dağı halkının yurt edindikleri bu topraklara gelişlerinin ve yaşadıklarının hikayesi...

Her semtin, her mahallenin, her sokağın ve her evin bir hikayesi var. Bir görünen yüzü, bir de görünmeyen yüzü var. Kimisinin varoşlar diye adlandırdığı, kimisinin göçebelerin işgal yeri ithamında bulunduğu ve onlarca hayatın yaşadığı Masa Dağı’nın Barış Mahallesi’ne konuk oldum. Konuşulanların ve dışarıdan görülenlerin aksine ıssız sokaklar ve balkon ya da teraslarda oturan insanlar var. Soğuk yıkık görünümün altında yaşayan sıcacık insanlar var. Daha kapıdan selam verirken, ‘kimsin, necisin?’ diye sormadan evlerine buyur ediyor insanlar burada. Bu teklifi geri çevirmiyor ve bu sıcacık evin terasına oturuyoruz. Oturanların ev sahibi karı koca ve birkaç komşu olduğu hemen anlaşılıyor. Ben daha içeri girerken evin beyi hanıma sesleniyor, “Hanım hadi hemen bardak getir de misafirimize de çay koyalım” diye. Sıcak bir karşılamanın ardından öylece sorgusuz sualsiz bir muhabbet başlıyor. Sonra yavaş yavaş komşular da geliyor. Çaylar meyveler derken ikramlar hiç bitmiyor. Ardından “Yemeği de ye öyle git” diyen ev sahibini kıramıyorum el yapımı erişte de yaptım diyince. Yer sofrasında yemek yerken muhabbete devam ediyoruz. Öylesine sıcak bir ortam oluyor ki sanki onların karşı komşusuyum ve oturmaya gelmişim gibi. Hiçbir yapmacıklık yok konuşmalarda, öylece çekinmeden konuşuyor herkes. Balkon birkaç saat içinde mahalleden birçok komşunun uğrak yeri oluyor. “Biz hep böyleyiz” diyorlar. Burada kimin nereli olduğu, doğulu mu, batılı mı olduğu hiç konuşulmuyor bile. Herkes kardeşçe ve sıkı bir komşuluk ilişkisi içinde yaşıyor. “Biz evlerimizin apartmanlara dönüşmesini istemiyoruz. O zaman komşuluk ilişkilerimiz biter. Bu sıcak ortam olmaz” diyorlar. Haklılarda; çünkü Antalya’nın apartmanlarla dolu semtlerinde bu sıcaklığı ve samimiyeti bulmak oldukça zor. Bu evlerin ve bu insanların hayatlarının korunması için bu hikayeleri sizlerle paylaşıyorum. İnsanları anlatırken hepsinin başına siz okurlarımızın dikkatini çekecek bir başlık koyabilirdim ama bu insanları başlıkları dikkatinizi çektiği için değil de hayatlarını az da olsa anlayabilmeniz için okumanızı istiyorum.

İşte bu evlerin kısa hikayeleri…

Ramazan Güneş 1934 Mardin doğumlu.
1999’un Mayıs’ında düşmüş Antalya yollarına. 10 sene koruculuk yapmış Mardin’de. Canı pahasına da olsa savunduğunu söylüyor köyünü, yerini, yurdunu. Terörden ve dağ eşkıyalarından. Neden koruculuğu bıraktığını sorduğumda şu cevabı veriyor Ramazan amca; “Bizi suçlayan bir yüzbaşı vardı. Hiç günahım suçum yoktu. Aldı görevden kovdu köyümden. Evimden ekmeğimden etti. Mecbur kaldık Antalya’ya göç etmeye. Buraya geldik ama hiçbir ey kolay elde edilmiyor. Bir evde 8 ay kirada kaldık. Sonra bir gecekondu aldık. Allah ne verdiyse orada yaşamaya çalıştık.” Hanımını soruyorum bir anda kelimeler düğümleniyor boğazında. Sanki bir ateş düşüyor yüreğine. Gözlerinden akmaya çalışıyor damlalar. Göz kenarlarındaki kırışıklar izin vermiyor rahatça akmasına. Bir anda erkek olmasından ve yaşından dolayı utanıyor gözyaşlarından. Elimi dizine koyuyorum ‘affet beni’ diyorum. Ama ben bile Ramazan amcayı ağlattığımdan kendimi affedemiyorum. Gözyaşlarını silip tekrar gülümsemeye çalışıyor. Tekrar eski günlerine dönüp anlatmaya devam ediyor; “200 hayvanım vardı memlekette. Her şeyi öylece bırakıp geldim. Sonra gittim öğrendim ki, köylüler hayvanlarımı almışlar. Bütün emeklerim hayvanlarım ellimden gitti. Ben hiçbir şey yapamadım.” Gözünün önüne getiriyor bir anda hayvanlarını emeklerinin ardından yaşlı gözlerle bakıyor. “Allahın takdiri” diyor. Çocuklarını anlatıyor daha sonra; “8 çocuğum var. biri İzmit’te, biri İstanbul’da, diğerleri de burada. 3’ü kız, 5’i oğlan. İnşaat işlerinde çalışıyorlar. Ellerinden ne gelirse yapmaya çalışıyorlar. Ben de temizlik işleri yapıyorum.” Sözünü kesip ‘hala mı?’ diye soruyorum. Mahcuplukla mecburiyetten olduğunu ifade eden gözlerle, “Hala” diyor. Bu sefer benim boğazımda kelimeler düğümleniyor. 78 yaşındaki bu amcamı emekliliği dahi olmadan çalışmaya mahkûm eden sisteme kızıyorum içimden. Ama elden bir şey gelmiyor. Tekrar memlekete geliyor konu. ‘Özlüyor musun?’ diye soracak oluyorum, sorduğum anda tekrar arkasını dönüyor bana gözlerinden akan yaşları görmeyeyim diye. Sonra zar zor kendini toparlayarak; “Tabi ya özlenmez mi memleket? Havası, suyu, toprağı hele meyvesi, sebzesi bir başka özleniyor” diyor. Hanımını ne zaman kaybettiğini soramıyorum bile. Sonrasında komşularından 2 yıl önce hanımını kaybettiğini ve aslında eskiden çok neşeli bir insan olduğunu öğreniyorum. Bana da her şeye rağmen gülümsemeye çalışmıştı. Ama acılar hala yüreğinde öylesine taze yaşıyordu ki buna izin vermiyordu. Şimdi nasıl, kimle yaşadığını soruyorum; “Küçük oğlum var yanımda bir tek. 25 yaşında o da inşaatlarda çalışıyor. Gecekondumuzda yaşayıp gidiyoruz” diyor. Ramazan amca elbette hayatına devam ediyor ama onun neler yaşadığını bir Allah biliyor, bir de kendisi.

Havva Gündoğdu Gazipaşalı 30 yıl önce geldi Antalya’ya
Evlilikten sonra buraya yerleştiklerini anlatıyor Havva Hanım; “Dokuma fabrikasında çalışıyordu eşim evlendikten bir sene sonra ben de orada çalışmaya başladım. O zamanlar buralarda yollar yok. Masa Dağı’nın aşağısına kadar kenarı çalılıklarla kaplı bir patika yoldan iniyorduk. Daha yollar yapılalı 7-8 sene oldu. Yıllarca o patika yoldan işe gidip geliyorduk. Eve gelince asıl çile başlıyordu. Kazanı kurup çamaşır yıkamaya koyulurdum gece yarılarına kadar. Yorgunluktan gözlerim kapanırdı ama yapacak bir şey yok. İşleri bitirmem gerekiyor. Ellerim yara içinde kalırdı ama yinede çamaşırları kaynatır daha temiz olsun diye uğraşırdım. Elektrik, su yoktu. Orta yerde bir çeşme vardı gecelere kadar hiç uykusuz sıra beklerdik. Su için kavgalar olurdu. Hiç uyumadan işe gittiğimi bilirim. Çocuklar arkamdan ağlardı ‘gitme’ diye” diyor. Sesi titriyor. O günleri hatırlamak ağır geliyor yüreğine. Bu evlere hiç kolay sahip olmadıklarını gözlerine bakınca anlamak mümkün. Tek istedikleri yıllardır derdini sıkıntısını çekerek sahip oldukları iki odalık gecekondularını kaybetmemek. O günleri anlatmaya devam ediyor bulduğu son güçle, “çocuklarım eve geldiğimde ve gözlerim uykudan kapandığında ‘anne gözlerini kapatma’ diye yalvarırlardı. Onlarla azıcık ilgileneyim diye. 5 buçukta kalkıp, sobayı yakar ve kahvaltı hazırlardım. Sofra beziyle üstünü kapatır işe giderdim. Uyanan kalkar kahvaltısını yapar giderdi. Eşim ben gece vardiyasında çalışırken çocuklara bakardı. Eve geldiğimde bütün tava tencereleri yanmış bulurdum” diyor. Ama bunu canı sıkılarak değil de minnetle anlatıyor. Bu minneti kelimelere ise şöyle döküyor; “Naspın erkek işte. Elinden geleni o kadar. Buna da şükür ben yokken çocukları aç koymamaya çalışıyor.” İşten gecenin bir yarısı nasıl eve geldiğini anlatmaya başlıyor biraz soluklandıktan sonra; “Akşam geç vakitte eve gelirken hele birde yağmur varsa ayaklarım su içinde kalırdı. Gelir gelmez sobanın başına koyardım; kurusun da ertesi güne giyebileyim diye. Tabi şimdiki gibi her elbisenin altına ayrı ayakkabı yoktu o zamanlar” diye şimdi ki halini eskiye yeğlediğini anlatan gözlerle bakıyor. Sohbet koyulaştıkça daha da anlatıyor. ‘Bak bu da vardı’ diyerek. Konu henüz altı aylıkken kaybettiği bebeğine geliyor. “ihmal” diyor, “cahilmişim” diyor ama bir şekilde acısını bastırıyor. Elden artık hiçbir şeyin gelmeyeceğini biliyor. Fabrikadaki kreşe çocuğunu verdiği günlerden birinde, emzirme saatinde kreşe gittiğinde öğreniyor acı gerçeği. İçi acıyarak anlatıyor; “emzirme saatinde gittim kreşe. Herkesin çocuğu kucağında, anneleri emziriyor. Benimkini sordum. ‘Uyuyor şimdi sen git’ dediler. Dedim en azından emzireyim yine uyusun. Koşup odasına gittim. Baktım öylece yatıyor. Öğrendim ki katı mama vermişler o da nefes borusuna kaçmış öylece yatıyor bebeğim. Daha yeni ölmüş sıcacıktı bedeni. Aldığım gibi hastaneye yetiştirdim ama nafile kurtaramadılar” diyor sadece tek bir soruya cevap arıyor, ‘neden haber vermediler?’ soruları kafasını hala kurcalıyor ve devam ediyor anlatmaya; “Belki ben gidip öğrenmeseydim ölü çocuğu öylece elime vereceklerdi. Ben de kendim öldürdüğümü sanacaktım. Bebeğimin sırtına vurmuşlar göğsüne vurmuşlar mamayı çıkarmak için. Burnundan kan gelmiş ama nafile bir hastaneye kaldırmamışlar” diye feryat ediyor. Sonrasında şikayet ettiklerini ve 6 aylık bebeği olayda kusurlu bulduklarını söylüyor. Diyor ki; “Biz kimiz ki hakkımızı arayabilelim. Onlar güçlü her şeyin üstünü örttüler. Şimdi de evlerimizde hakkımızı yemeseler bari.” Havva Hanım’ın canı çok yanmış ve daha da yansın istemiyor. Tek istediği 30 yıldır oturduğu dişiyle tırnağıyla yaptığı, geceleri yıkılacak diye uyku uyumadan beklediği yuvasının ellerinden gitmemesi. “Biz devlete bedeli neyse ödeyelim elbet” diyor. “Ama ödeyebileceğimiz bedeller konsun” diye de ekliyor.

Aysel Aslan Batmanlı 1977’de Antalya’ya gelenlerden o da

Daha henüz bebekken geldiğini söylüyor. Kendi ağzından dinliyoruz hikayesini, “Biz 7 kardeşiz. Biz geldiğimde ben bir yaşındaymışım. Batman’ı gezmeye falan gittiğimde gördüm. Oralarda yaşamadım. Güzel yerler ama seçme şansım olsa yine Antalya’da yaşardım. Burayı yurt belledik, burada büyüdük. Ekmeğimizi de buradan kazandık. Biz hiç mahallemizde çevremizde dışlanmadık. Buranın bir parçası olarak görüldük. Burası da bizim memleketiz” diyor. Batman’daki hayatın çok zorlu olduğundan ve iş alanlarının olmadığından bahsediyor. Orada insanların buzları kırarak abdestlerini aldıklarını Antalya’nın oraların yanında cennet gibi kaldığını anlatıyor. Burada yaşayan ve burada büyüyen nesil memlekete bir özlem duymuyor. Tek benimsedikleri memleketin Antalya olduğunu ve bu evlerin, yerlerin kendi yurtları tek varlıkları olduğunu söylüyor.

Yüksel Altınok Elmalılı 1980 yılında Antalya’ya yolu düştü.

Evlilik nedeniyle gelen kadınlardan Yüksel Hanım’da. “Memleketim yayla gibi bambaşka” diyerek başlıyor söze. “Ev temizliği yaparak yaşadım 20 sene boyunca. Hala da gidiyorum. Sigorta yok hiçbir güvence yok. İki çocuk büyüttüm birini okuttum birini gelin ettim” diyerek gururlanıyor evlatlarıyla. Kendi çektiği bütün dertleri unutuyor o anda. Evlatlarının yetişip gözünün önünde adam olduklarını görmek sanki bütün acılarını dindirmiş gibi. Tekrardan o günleri anlatmaya devam ediyor, “Eşim inşaatlarda çalışır eve gelince asmanın altında benim eve gelişimi beklerdi” diyor minnet duyan gözlerle bakarak. “Haftanın en aşağı 5 günü temizliğe gidendim. Allaha şükür başımızı sokacağımız bir evimiz oldu. Şimdi devlete ödemiz gereken bir de para var. Ödeyelim elbette ama bizim etimiz budumuz belli. Kolaylık olsa evimize kimseler el koymasa bizde ucundan ucundan ödesek gitsek. Başka ne isterim ki” diyor evinden başka gidecek yeri olmadığı için. Sonra da kendi kendine hayıflanmaya başlıyor, “Çocukların yanında olamadık sıkıntılı zamanlarında. Hep çalışmada, hep iş güç peşinde koşturduk. Büyüdüklerini kendi gözümle izleyemedim hiç. Hayat telaşı bunu aldı bizden” diyerek mecburiyetin getirdiği yükün altında eziliyor. Şimdi bütün bunların acısını torunlardan çıkardığını onları doya doya sevdiğini ışıldayan gözlerle anlatıyor.

Meryem Aslan Antalya’da doğup büyüyen bir Batmanlı
Daha önce bir buçuk ay kadar Batman’da kaldığını ama Antalya’nın daha yaşanacak bir şehir olduğunu söylüyor Meryem. Memleketin dair izler taşımayan Meryem, “İyi ki de buraya gelmişiz” diyor. Ailesi henüz o bebekken Antalya’ya gelmiş. Memlekette iş kaynaklarının olmaması sebep olmuş Antalya’ya sürüklenmelerine. Burada iyi kötü kazanmışlar ekmeklerini. Karınlarını doyuracak bir kap aş, başlarını sokacak bir oda ev bulmuşlar. Şimdi ise bu evlere tapuları çıkacağı için mutlu olduklarını söylüyor. Ne olursa olsun emek verdikleri yuvaları belledikleri evlerini kaybetmek istemiyor. Devletin bu konuna kolaylık sağlayacağına güveniyor.

Yaşanur Ört Kocaeli’den 1989 yılında gelenlerden Antalya’ya

Bir yıl sonra Masa Dağı’nın eteklerinde ev yaptıklarını söylüyor. sabahlara kadar beklediğini söylüyor gecekonduları yıkacaklar diye. “Hep içimizde bir korkuyla yaşadık. Şimdi yeni yasa sayesinde tapularımız olacak. Artık evlerimizde yıkılma korkusu olmadan yaşayacağız” diyor Yaşanur Hanım, “Tabi evlerimizi almaya gücümüz yeterse” diye de ekliyor. Birazda ailesini anlatıyor; “3 çocuğum var. eşimde kahvehane işletiyor. Eskiden geceler boyu su taşırdık sularımız yoktu. Buraların çok çilesini çektik. Elektriksiz susuz yaşadık onca zaman ama sabrettik, gayret ettik. Şükür ki bu günlere geldik. Her sıkıntıya göğüs gerdik. Şimdi ise aşmamız gereken tek bir engel kaldı. Evlerimiz ölçülüp kaç para ödeyeceğimiz de belirlendi mi her şey yoluna girecek. Tabi biz bu bedelleri ödeyebilirsek. Devletin burada kolaylık sağlamasını beklemekten başka yapacağımız hiçbir şey yok” diyor.

Fahriye Aslan Aysel Aslan’ın annesi

Sonradan katılıyor Fahriye Hanım sohbetimize. “5 kızım, 2 oğlum var. Zamanında koca kazandı biz yedik. Sigorta da yoktu. Yeşil karta güvendik. Şimdi yeşil kartında bir hükmü kalmadı. O zamanlar cahillik edip sigortaya bakmadığımız için şimdi bir emeklilikte yok sağlık güvencesi de yok” diyerek “Eyvah!” ediyor ama nafile. Çocuklarını anlatıyor birazda; “Çocuklarımdan tek biri evli. Diğerleri de çalışıyor çabalıyor eve katkı sağlıyorlar” diyor minnet duyarak. Memleketini soruyorum, bin iç çekiyor ve ardından anlatmaya başlıyor büyük bir özlemle; “Köyümde her şey vardı. Orada yaşamak isterdim şansım olsa. Herkesin kendi memleketi elbet başka oluyor. Ama ne yaparsın ki ekmeğini nerede kazanıyorsan oralı oluyorsun. Şükür bize burada karnımızı doyurduk. Elbet hiçbir şey kolaylıkla olmuyor. Zorluğunu göğüsledik her şeyin. Evimizi yerimizi dişimizle tırnağımızla yaptık. Elbet devlet bunları görür de bize kolaylık sağlar evimizin tapusunu almada” diyor umutla bakarak.

Halk kahramanı Tevfik Doksal’da 1973’te Antalya’yı mesken tutmuş.
Memleketi Batman’ı ortaokul zamanında bırakıp amcasının yanına gelmiş Antalya’ya. “Beni babamdan çok amcam büyüttü. Onun emeği üzerimde daha çok” diyor. O dönemlere Antalya’yı soruyorum. Anlatıyor kendinden pay biçerek; “İnşaatlarda çalışıyorduk. O zamanlar Antalya’nın yeni gelişmeye başladığı biç bitmeyen inşaatların başladığı zamanlar. Antalya’da iş çoktu. İmse işsiz kalmazdı o dönemde. Şansın olsa memleketinde mi yoksa Antalya’da mı yaşardın? Diye soruyorum. Cevap net oluyor; “Şansım olsa yine burada yaşardım” diyor hiç tereddüt etmeden. Antalya’yı memleketi olarak özümsemiş insanlardan biri Tevfik Abi. Kendisiyle ilk tanıştığımız an “Ben halk kahramanıyım” dedi Tevfik Abi. Nedenini sorduğumda kahramanlık hikâyesini anlatıyor; “Geçen gün evin içinde yılan çıktı. Bir buçuk metre falan vardı. Ben hemen yakalayıp öldürdüm.”(Gülüyor) “İşte beni böylece halk kahramanı ilan ettiler” diye hem gururla hem de gülerek anlatıyor kahramanlık hikayesini. Telefonu çaldığında ise, “Buyurun halk kahramanı ile görüşüyorsunuz” diyerek daha da tadını çıkarıyor esprili halk kahramanlığının. Sonra gençlik yıllarının fotoğraflarını gösteriyor. Eski Türk filmi aktörlerini anımsatan siyah beyaz fotoğraf karelerinde Tevfik Abiyi tanımak oldukça zor. “Yaşlandık, bir taraftan da şeker yakamıza yapıştı. Zamanında hiç durmak bilmeden çalıştık. Şimdide erkenden çöktük” diyerek açıklıyor bu değişimi. Devletten yana umudunu kaybetmediğini ama 2/B arazileri üzerinde oyunların dönmeye başladığını söylüyor. bu oyunlara kurban gitmekten korktuğunu ve muhtarların ve buraların denetlenmesi için devletten yetkili bekliyor. “Onca zorlukla yapılan iki oda gecekonduların rant kavgasıyla elimizden gitmesine devlet müsaade etmesin. Gelsin buraları görsün” diyerek çağrıda bulunuyor.

Mehmet Altınok Burdur’dan 1974’te Antalya’ya gelmiş
Antalya’da devam eden yaşam mücadelesine 1980’de evlendiği eşini de dahil etmiş. O dönemleri soruyoruz, anlatıyor; “Biz ev yaptığımızda daha bu bölgede 5-6 ev vardı. Elektrik, s hiçbir şey yoktu. Elektrik direklerini bile biz kendimiz diktik. Ben ellerimle kazdım direklerin yerlerini.” Ardından bir anda duygulanıyor ve şu kelimeler dökülüveriyor; “Tapumuzu da alabilirsek inşallah. Ellerimizle kazıdığımız toprağın birde tapusu aldık mı işte tam bizim memleketimiz olacak” diyor mutluluk dolu bir tebessümle. Devam ediyor; “Buraya geldik ekmeğimizi kazandık. O zamanlar sağ-sol davaları da vardı. Biz 78 kuşağıydık. Geceleri dışarıya çıkılmazdı. O dönemi bile burada zorluklar içinde atlattık. Bütün sıkıntılara göğüs gerdik. Kimseye bir şey yapmadık. Kimseye göz dikmedik. Sadece geldik devletin yerine bir ev yaptık. Bunun da bedeli neyse ödeyeceğiz. Gücümüz yettiği kadar. Çünkü burayı evimiz barkımız belledik. Burada kazandık, burada yedik” diyor duygulanarak.

Bu insanlar burayı yeri yurdu olarak görüyor ve istedikleri yuvalarından ayrılmamak. Devletten ise fırsatçılara izin vermemesini ve göz yummalara müsaade etmemesini istiyor. Onca emekle dişini tırnağına takarak yaptıkları bu yuvalarını kaybetmek istemiyorlar.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder