Her evin, her hayatın bir hikayesi var
Gelin Masa Dağının eteklerindeki bu evlere hepimiz konuk
olalım. Hep beraber okuyalım hayatlarından alınan birkaç karenin anılarını. Şimdilerde
2/B sorunlarıyla boğuşan Masa Dağı halkının yurt edindikleri bu topraklara
gelişlerinin ve yaşadıklarının hikayesi...
Her semtin, her mahallenin, her sokağın ve her evin bir
hikayesi var. Bir görünen yüzü, bir de görünmeyen yüzü var. Kimisinin varoşlar
diye adlandırdığı, kimisinin göçebelerin işgal yeri ithamında bulunduğu ve
onlarca hayatın yaşadığı Masa Dağı’nın Barış Mahallesi’ne konuk oldum.
Konuşulanların ve dışarıdan görülenlerin aksine ıssız sokaklar ve balkon ya da
teraslarda oturan insanlar var. Soğuk yıkık görünümün altında yaşayan sıcacık
insanlar var. Daha kapıdan selam verirken, ‘kimsin, necisin?’ diye sormadan
evlerine buyur ediyor insanlar burada. Bu teklifi geri çevirmiyor ve bu sıcacık
evin terasına oturuyoruz. Oturanların ev sahibi karı koca ve birkaç komşu
olduğu hemen anlaşılıyor. Ben daha içeri girerken evin beyi hanıma sesleniyor,
“Hanım hadi hemen bardak getir de misafirimize de çay koyalım” diye. Sıcak bir
karşılamanın ardından öylece sorgusuz sualsiz bir muhabbet başlıyor. Sonra
yavaş yavaş komşular da geliyor. Çaylar meyveler derken ikramlar hiç bitmiyor.
Ardından “Yemeği de ye öyle git” diyen ev sahibini kıramıyorum el yapımı erişte
de yaptım diyince. Yer sofrasında yemek yerken muhabbete devam ediyoruz.
Öylesine sıcak bir ortam oluyor ki sanki onların karşı komşusuyum ve oturmaya
gelmişim gibi. Hiçbir yapmacıklık yok konuşmalarda, öylece çekinmeden konuşuyor
herkes. Balkon birkaç saat içinde mahalleden birçok komşunun uğrak yeri oluyor.
“Biz hep böyleyiz” diyorlar. Burada kimin nereli olduğu, doğulu mu, batılı mı
olduğu hiç konuşulmuyor bile. Herkes kardeşçe ve sıkı bir komşuluk ilişkisi
içinde yaşıyor. “Biz evlerimizin apartmanlara dönüşmesini istemiyoruz. O zaman
komşuluk ilişkilerimiz biter. Bu sıcak ortam olmaz” diyorlar. Haklılarda; çünkü
Antalya’nın apartmanlarla dolu semtlerinde bu sıcaklığı ve samimiyeti bulmak
oldukça zor. Bu evlerin ve bu insanların hayatlarının korunması için bu
hikayeleri sizlerle paylaşıyorum. İnsanları anlatırken hepsinin başına siz
okurlarımızın dikkatini çekecek bir başlık koyabilirdim ama bu insanları
başlıkları dikkatinizi çektiği için değil de hayatlarını az da olsa
anlayabilmeniz için okumanızı istiyorum.
İşte bu evlerin
kısa hikayeleri…
Ramazan Güneş 1934
Mardin doğumlu.

1999’un Mayıs’ında düşmüş Antalya yollarına. 10 sene
koruculuk yapmış Mardin’de. Canı pahasına da olsa savunduğunu söylüyor köyünü,
yerini, yurdunu. Terörden ve dağ eşkıyalarından. Neden koruculuğu bıraktığını
sorduğumda şu cevabı veriyor Ramazan amca; “Bizi suçlayan bir yüzbaşı vardı.
Hiç günahım suçum yoktu. Aldı görevden kovdu köyümden. Evimden ekmeğimden etti.
Mecbur kaldık Antalya’ya göç etmeye. Buraya geldik ama hiçbir ey kolay elde
edilmiyor. Bir evde 8 ay kirada kaldık. Sonra bir gecekondu aldık. Allah ne
verdiyse orada yaşamaya çalıştık.” Hanımını soruyorum bir anda kelimeler
düğümleniyor boğazında. Sanki bir ateş düşüyor yüreğine. Gözlerinden akmaya
çalışıyor damlalar. Göz kenarlarındaki kırışıklar izin vermiyor rahatça
akmasına. Bir anda erkek olmasından ve yaşından dolayı utanıyor gözyaşlarından.
Elimi dizine koyuyorum ‘affet beni’ diyorum. Ama ben bile Ramazan amcayı
ağlattığımdan kendimi affedemiyorum. Gözyaşlarını silip tekrar gülümsemeye
çalışıyor. Tekrar eski günlerine dönüp anlatmaya devam ediyor; “200 hayvanım
vardı memlekette. Her şeyi öylece bırakıp geldim. Sonra gittim öğrendim ki,
köylüler hayvanlarımı almışlar. Bütün emeklerim hayvanlarım ellimden gitti. Ben
hiçbir şey yapamadım.” Gözünün önüne getiriyor bir anda hayvanlarını
emeklerinin ardından yaşlı gözlerle bakıyor. “Allahın takdiri” diyor. Çocuklarını
anlatıyor daha sonra; “8 çocuğum var. biri İzmit’te, biri İstanbul’da,
diğerleri de burada. 3’ü kız, 5’i oğlan. İnşaat işlerinde çalışıyorlar.
Ellerinden ne gelirse yapmaya çalışıyorlar. Ben de temizlik işleri yapıyorum.”
Sözünü kesip ‘hala mı?’ diye soruyorum. Mahcuplukla mecburiyetten olduğunu
ifade eden gözlerle, “Hala” diyor. Bu sefer benim boğazımda kelimeler
düğümleniyor. 78 yaşındaki bu amcamı emekliliği dahi olmadan çalışmaya mahkûm
eden sisteme kızıyorum içimden. Ama elden bir şey gelmiyor. Tekrar memlekete
geliyor konu. ‘Özlüyor musun?’ diye soracak oluyorum, sorduğum anda tekrar
arkasını dönüyor bana gözlerinden akan yaşları görmeyeyim diye. Sonra zar zor
kendini toparlayarak; “Tabi ya özlenmez mi memleket? Havası, suyu, toprağı hele
meyvesi, sebzesi bir başka özleniyor” diyor. Hanımını ne zaman kaybettiğini
soramıyorum bile. Sonrasında komşularından 2 yıl önce hanımını kaybettiğini ve
aslında eskiden çok neşeli bir insan olduğunu öğreniyorum. Bana da her şeye
rağmen gülümsemeye çalışmıştı. Ama acılar hala yüreğinde öylesine taze
yaşıyordu ki buna izin vermiyordu. Şimdi nasıl, kimle yaşadığını soruyorum;
“Küçük oğlum var yanımda bir tek. 25 yaşında o da inşaatlarda çalışıyor.
Gecekondumuzda yaşayıp gidiyoruz” diyor. Ramazan amca elbette hayatına devam
ediyor ama onun neler yaşadığını bir Allah biliyor, bir de kendisi.
Havva Gündoğdu
Gazipaşalı 30 yıl önce geldi Antalya’ya

Evlilikten sonra buraya yerleştiklerini anlatıyor Havva
Hanım; “Dokuma fabrikasında çalışıyordu eşim evlendikten bir sene sonra ben de
orada çalışmaya başladım. O zamanlar buralarda yollar yok. Masa Dağı’nın
aşağısına kadar kenarı çalılıklarla kaplı bir patika yoldan iniyorduk. Daha
yollar yapılalı 7-8 sene oldu. Yıllarca o patika yoldan işe gidip geliyorduk. Eve
gelince asıl çile başlıyordu. Kazanı kurup çamaşır yıkamaya koyulurdum gece
yarılarına kadar. Yorgunluktan gözlerim kapanırdı ama yapacak bir şey yok.
İşleri bitirmem gerekiyor. Ellerim yara içinde kalırdı ama yinede çamaşırları
kaynatır daha temiz olsun diye uğraşırdım. Elektrik, su yoktu. Orta yerde bir
çeşme vardı gecelere kadar hiç uykusuz sıra beklerdik. Su için kavgalar olurdu.
Hiç uyumadan işe gittiğimi bilirim. Çocuklar arkamdan ağlardı ‘gitme’ diye”
diyor. Sesi titriyor. O günleri hatırlamak ağır geliyor yüreğine. Bu evlere hiç
kolay sahip olmadıklarını gözlerine bakınca anlamak mümkün. Tek istedikleri
yıllardır derdini sıkıntısını çekerek sahip oldukları iki odalık
gecekondularını kaybetmemek. O günleri anlatmaya devam ediyor bulduğu son
güçle, “çocuklarım eve geldiğimde ve gözlerim uykudan kapandığında ‘anne
gözlerini kapatma’ diye yalvarırlardı. Onlarla azıcık ilgileneyim diye. 5
buçukta kalkıp, sobayı yakar ve kahvaltı hazırlardım. Sofra beziyle üstünü
kapatır işe giderdim. Uyanan kalkar kahvaltısını yapar giderdi. Eşim ben gece
vardiyasında çalışırken çocuklara bakardı. Eve geldiğimde bütün tava
tencereleri yanmış bulurdum” diyor. Ama bunu canı sıkılarak değil de minnetle
anlatıyor. Bu minneti kelimelere ise şöyle döküyor; “Naspın erkek işte. Elinden
geleni o kadar. Buna da şükür ben yokken çocukları aç koymamaya çalışıyor.” İşten
gecenin bir yarısı nasıl eve geldiğini anlatmaya başlıyor biraz soluklandıktan
sonra; “Akşam geç vakitte eve gelirken hele birde yağmur varsa ayaklarım su
içinde kalırdı. Gelir gelmez sobanın başına koyardım; kurusun da ertesi güne
giyebileyim diye. Tabi şimdiki gibi her elbisenin altına ayrı ayakkabı yoktu o
zamanlar” diye şimdi ki halini eskiye yeğlediğini anlatan gözlerle bakıyor.
Sohbet koyulaştıkça daha da anlatıyor. ‘Bak bu da vardı’ diyerek. Konu henüz
altı aylıkken kaybettiği bebeğine geliyor. “ihmal” diyor, “cahilmişim” diyor
ama bir şekilde acısını bastırıyor. Elden artık hiçbir şeyin gelmeyeceğini
biliyor. Fabrikadaki kreşe çocuğunu verdiği günlerden birinde, emzirme saatinde
kreşe gittiğinde öğreniyor acı gerçeği. İçi acıyarak anlatıyor; “emzirme
saatinde gittim kreşe. Herkesin çocuğu kucağında, anneleri emziriyor. Benimkini
sordum. ‘Uyuyor şimdi sen git’ dediler. Dedim en azından emzireyim yine uyusun.
Koşup odasına gittim. Baktım öylece yatıyor. Öğrendim ki katı mama vermişler o
da nefes borusuna kaçmış öylece yatıyor bebeğim. Daha yeni ölmüş sıcacıktı
bedeni. Aldığım gibi hastaneye yetiştirdim ama nafile kurtaramadılar” diyor
sadece tek bir soruya cevap arıyor, ‘neden haber vermediler?’ soruları kafasını
hala kurcalıyor ve devam ediyor anlatmaya; “Belki ben gidip öğrenmeseydim ölü
çocuğu öylece elime vereceklerdi. Ben de kendim öldürdüğümü sanacaktım.
Bebeğimin sırtına vurmuşlar göğsüne vurmuşlar mamayı çıkarmak için. Burnundan
kan gelmiş ama nafile bir hastaneye kaldırmamışlar” diye feryat ediyor.
Sonrasında şikayet ettiklerini ve 6 aylık bebeği olayda kusurlu bulduklarını söylüyor.
Diyor ki; “Biz kimiz ki hakkımızı arayabilelim. Onlar güçlü her şeyin üstünü
örttüler. Şimdi de evlerimizde hakkımızı yemeseler bari.” Havva Hanım’ın canı
çok yanmış ve daha da yansın istemiyor. Tek istediği 30 yıldır oturduğu dişiyle
tırnağıyla yaptığı, geceleri yıkılacak diye uyku uyumadan beklediği yuvasının
ellerinden gitmemesi. “Biz devlete bedeli neyse ödeyelim elbet” diyor. “Ama
ödeyebileceğimiz bedeller konsun” diye de ekliyor.
Aysel Aslan Batmanlı
1977’de Antalya’ya gelenlerden o da

Daha henüz bebekken geldiğini söylüyor. Kendi ağzından
dinliyoruz hikayesini, “Biz 7 kardeşiz. Biz geldiğimde ben bir yaşındaymışım.
Batman’ı gezmeye falan gittiğimde gördüm. Oralarda yaşamadım. Güzel yerler ama
seçme şansım olsa yine Antalya’da yaşardım. Burayı yurt belledik, burada
büyüdük. Ekmeğimizi de buradan kazandık. Biz hiç mahallemizde çevremizde
dışlanmadık. Buranın bir parçası olarak görüldük. Burası da bizim memleketiz”
diyor. Batman’daki hayatın çok zorlu olduğundan ve iş alanlarının olmadığından
bahsediyor. Orada insanların buzları kırarak abdestlerini aldıklarını
Antalya’nın oraların yanında cennet gibi kaldığını anlatıyor. Burada yaşayan ve
burada büyüyen nesil memlekete bir özlem duymuyor. Tek benimsedikleri
memleketin Antalya olduğunu ve bu evlerin, yerlerin kendi yurtları tek
varlıkları olduğunu söylüyor.
Yüksel Altınok
Elmalılı 1980 yılında Antalya’ya yolu düştü.

Evlilik nedeniyle gelen kadınlardan Yüksel Hanım’da.
“Memleketim yayla gibi bambaşka” diyerek başlıyor söze. “Ev temizliği yaparak
yaşadım 20 sene boyunca. Hala da gidiyorum. Sigorta yok hiçbir güvence yok. İki
çocuk büyüttüm birini okuttum birini gelin ettim” diyerek gururlanıyor
evlatlarıyla. Kendi çektiği bütün dertleri unutuyor o anda. Evlatlarının
yetişip gözünün önünde adam olduklarını görmek sanki bütün acılarını dindirmiş
gibi. Tekrardan o günleri anlatmaya devam ediyor, “Eşim inşaatlarda çalışır eve
gelince asmanın altında benim eve gelişimi beklerdi” diyor minnet duyan gözlerle
bakarak. “Haftanın en aşağı 5 günü temizliğe gidendim. Allaha şükür başımızı
sokacağımız bir evimiz oldu. Şimdi devlete ödemiz gereken bir de para var.
Ödeyelim elbette ama bizim etimiz budumuz belli. Kolaylık olsa evimize kimseler
el koymasa bizde ucundan ucundan ödesek gitsek. Başka ne isterim ki” diyor
evinden başka gidecek yeri olmadığı için. Sonra da kendi kendine hayıflanmaya
başlıyor, “Çocukların yanında olamadık sıkıntılı zamanlarında. Hep çalışmada,
hep iş güç peşinde koşturduk. Büyüdüklerini kendi gözümle izleyemedim hiç.
Hayat telaşı bunu aldı bizden” diyerek mecburiyetin getirdiği yükün altında
eziliyor. Şimdi bütün bunların acısını torunlardan çıkardığını onları doya doya
sevdiğini ışıldayan gözlerle anlatıyor.
Meryem Aslan
Antalya’da doğup büyüyen bir Batmanlı

Daha önce bir buçuk ay kadar Batman’da kaldığını ama
Antalya’nın daha yaşanacak bir şehir olduğunu söylüyor Meryem. Memleketin dair
izler taşımayan Meryem, “İyi ki de buraya gelmişiz” diyor. Ailesi henüz o
bebekken Antalya’ya gelmiş. Memlekette iş kaynaklarının olmaması sebep olmuş
Antalya’ya sürüklenmelerine. Burada iyi kötü kazanmışlar ekmeklerini.
Karınlarını doyuracak bir kap aş, başlarını sokacak bir oda ev bulmuşlar. Şimdi
ise bu evlere tapuları çıkacağı için mutlu olduklarını söylüyor. Ne olursa
olsun emek verdikleri yuvaları belledikleri evlerini kaybetmek istemiyor.
Devletin bu konuna kolaylık sağlayacağına güveniyor.
Yaşanur Ört
Kocaeli’den 1989 yılında gelenlerden Antalya’ya

Bir yıl sonra Masa Dağı’nın eteklerinde ev yaptıklarını
söylüyor. sabahlara kadar beklediğini söylüyor gecekonduları yıkacaklar diye.
“Hep içimizde bir korkuyla yaşadık. Şimdi yeni yasa sayesinde tapularımız
olacak. Artık evlerimizde yıkılma korkusu olmadan yaşayacağız” diyor Yaşanur
Hanım, “Tabi evlerimizi almaya gücümüz yeterse” diye de ekliyor. Birazda
ailesini anlatıyor; “3 çocuğum var. eşimde kahvehane işletiyor. Eskiden geceler
boyu su taşırdık sularımız yoktu. Buraların çok çilesini çektik. Elektriksiz
susuz yaşadık onca zaman ama sabrettik, gayret ettik. Şükür ki bu günlere
geldik. Her sıkıntıya göğüs gerdik. Şimdi ise aşmamız gereken tek bir engel
kaldı. Evlerimiz ölçülüp kaç para ödeyeceğimiz de belirlendi mi her şey yoluna
girecek. Tabi biz bu bedelleri ödeyebilirsek. Devletin burada kolaylık
sağlamasını beklemekten başka yapacağımız hiçbir şey yok” diyor.
Fahriye Aslan Aysel
Aslan’ın annesi

Sonradan katılıyor Fahriye Hanım sohbetimize. “5 kızım, 2
oğlum var. Zamanında koca kazandı biz yedik. Sigorta da yoktu. Yeşil karta
güvendik. Şimdi yeşil kartında bir hükmü kalmadı. O zamanlar cahillik edip
sigortaya bakmadığımız için şimdi bir emeklilikte yok sağlık güvencesi de yok”
diyerek “Eyvah!” ediyor ama nafile. Çocuklarını anlatıyor birazda;
“Çocuklarımdan tek biri evli. Diğerleri de çalışıyor çabalıyor eve katkı
sağlıyorlar” diyor minnet duyarak. Memleketini soruyorum, bin iç çekiyor ve
ardından anlatmaya başlıyor büyük bir özlemle; “Köyümde her şey vardı. Orada
yaşamak isterdim şansım olsa. Herkesin kendi memleketi elbet başka oluyor. Ama
ne yaparsın ki ekmeğini nerede kazanıyorsan oralı oluyorsun. Şükür bize burada
karnımızı doyurduk. Elbet hiçbir şey kolaylıkla olmuyor. Zorluğunu göğüsledik
her şeyin. Evimizi yerimizi dişimizle tırnağımızla yaptık. Elbet devlet bunları
görür de bize kolaylık sağlar evimizin tapusunu almada” diyor umutla bakarak.
Halk kahramanı Tevfik
Doksal’da 1973’te Antalya’yı mesken tutmuş.

Memleketi Batman’ı ortaokul zamanında bırakıp amcasının
yanına gelmiş Antalya’ya. “Beni babamdan çok amcam büyüttü. Onun emeği üzerimde
daha çok” diyor. O dönemlere Antalya’yı soruyorum. Anlatıyor kendinden pay
biçerek; “İnşaatlarda çalışıyorduk. O zamanlar Antalya’nın yeni gelişmeye
başladığı biç bitmeyen inşaatların başladığı zamanlar. Antalya’da iş çoktu.
İmse işsiz kalmazdı o dönemde. Şansın olsa memleketinde mi yoksa Antalya’da mı
yaşardın? Diye soruyorum. Cevap net oluyor; “Şansım olsa yine burada yaşardım”
diyor hiç tereddüt etmeden. Antalya’yı memleketi olarak özümsemiş insanlardan
biri Tevfik Abi. Kendisiyle ilk tanıştığımız an “Ben halk kahramanıyım” dedi
Tevfik Abi. Nedenini sorduğumda kahramanlık hikâyesini anlatıyor; “Geçen gün
evin içinde yılan çıktı. Bir buçuk metre falan vardı. Ben hemen yakalayıp
öldürdüm.”(Gülüyor) “İşte beni böylece halk kahramanı ilan ettiler” diye hem
gururla hem de gülerek anlatıyor kahramanlık hikayesini. Telefonu çaldığında
ise, “Buyurun halk kahramanı ile görüşüyorsunuz” diyerek daha da tadını
çıkarıyor esprili halk kahramanlığının. Sonra gençlik yıllarının fotoğraflarını
gösteriyor. Eski Türk filmi aktörlerini anımsatan siyah beyaz fotoğraf
karelerinde Tevfik Abiyi tanımak oldukça zor. “Yaşlandık, bir taraftan da şeker
yakamıza yapıştı. Zamanında hiç durmak bilmeden çalıştık. Şimdide erkenden
çöktük” diyerek açıklıyor bu değişimi. Devletten yana umudunu kaybetmediğini
ama 2/B arazileri üzerinde oyunların dönmeye başladığını söylüyor. bu oyunlara
kurban gitmekten korktuğunu ve muhtarların ve buraların denetlenmesi için
devletten yetkili bekliyor. “Onca zorlukla yapılan iki oda gecekonduların rant
kavgasıyla elimizden gitmesine devlet müsaade etmesin. Gelsin buraları görsün”
diyerek çağrıda bulunuyor.
Mehmet Altınok
Burdur’dan 1974’te Antalya’ya gelmiş

Antalya’da devam eden yaşam mücadelesine 1980’de evlendiği
eşini de dahil etmiş. O dönemleri soruyoruz, anlatıyor; “Biz ev yaptığımızda
daha bu bölgede 5-6 ev vardı. Elektrik, s hiçbir şey yoktu. Elektrik
direklerini bile biz kendimiz diktik. Ben ellerimle kazdım direklerin
yerlerini.” Ardından bir anda duygulanıyor ve şu kelimeler dökülüveriyor; “Tapumuzu
da alabilirsek inşallah. Ellerimizle kazıdığımız toprağın birde tapusu aldık mı
işte tam bizim memleketimiz olacak” diyor mutluluk dolu bir tebessümle. Devam
ediyor; “Buraya geldik ekmeğimizi kazandık. O zamanlar sağ-sol davaları da
vardı. Biz 78 kuşağıydık. Geceleri dışarıya çıkılmazdı. O dönemi bile burada
zorluklar içinde atlattık. Bütün sıkıntılara göğüs gerdik. Kimseye bir şey
yapmadık. Kimseye göz dikmedik. Sadece geldik devletin yerine bir ev yaptık.
Bunun da bedeli neyse ödeyeceğiz. Gücümüz yettiği kadar. Çünkü burayı evimiz
barkımız belledik. Burada kazandık, burada yedik” diyor duygulanarak.
Bu insanlar burayı yeri yurdu olarak görüyor ve istedikleri yuvalarından
ayrılmamak. Devletten ise fırsatçılara izin vermemesini ve göz yummalara
müsaade etmemesini istiyor. Onca emekle dişini tırnağına takarak yaptıkları bu
yuvalarını kaybetmek istemiyorlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder