22 Haziran 2013 Cumartesi

TARİHİYLE KALEİÇİ


Kaleiçi yıllardır Saat Kulesi, Yivli Minare gibi birçok mimarisi ve asırlardır süregelen tarihiyle gündeme geldi. Evleri hep koruma altına alınmak için çabalandı. Kaleiçi’nin bu dokusunu kaybetmemek için yıllardır restorasyonlar yapıldı. Yapılan restorasyonlar kimi zaman eleştirildi, kimi zaman da tarihin kurtarıcısı olarak görüldü. Antalya’nın sivil tarihçisi Hüseyin Çimrin’in de dediği gibi “Kaleiçi demek bu gün olduğu gibi eskiden de Antalya demekti.” Peki bu kadar önemli bir yer hakkında ne kadar bilgi sahibiyiz? Ne biliyoruz ki, neyi tartışıyoruz? Gelin birlikte Kaleiçi’nin dününü ve bu gününü sivil tarihçi Hüseyin Çimrin’in ışık tuttuğu haliyle konuşalım.

Bergama Kralı II. Attalos, “Gidin bana bu yeryüzü üzerinde öyle bir yer bulun ki, bütün kralların, bütün hükümdarların gözü kalsın. Öyle bir yer bulun ki, hiç kimse gözünü oradan ayıramasın. Gidin bana yeryüzünün cennetini bulun.” diye emir vermişti akıncılarına. Kaleiçi deyince kayıtlara geçmiş olan yaklaşık 2200 yıllık bir tarihten söz ediyoruz; Bergama Kralı II. Attolos Philedelphos tarafından M.Ö. 158’de kurulmuş bir kenttin tarihinden.


Attolos’un yeryüzünün cenneti olarak adlandırdığı Antalya’yı kurmasının yegâne sebebi ise Pamfilya sahili boyunca uzanan önemli bir deniz yolu olması ve doğal limanı. Bu bölgenin daha öncesinde bir balıkçı köyü olabileceğine yönelik rivayetlerde mevcut. Gün geldi korsanlar bile burayı ele geçirmek için savaştı. İlerleyen tarihlerde güç kimdeyse onun eline geçecekti. Farklı krallıkların bu bölgede hakimiyet kurması, asırlar sonra Kaleiçi’ne daha fazla değer katacaktı. Bu medeniyetler sayesinde tarihe tarih katıldı asırlarca.


Roma dönemindeki savaşlarda önemli görevler üstlendi bu şehir. Kimi zaman esir düştü bu kentin insanları. Köle oldu Girit’te, Suriye’de... Yara alan surlar her seferinde tekrardan onarıldı. Yüzyıllarca Bizans (Roma) egemenliği altında kalan şehir tarih 1085’i gösterdiğinde Selçuklu Sultanı Süleyman Şah tarafından Türklerin hakimiyetine geçti. Fakat çok geçmeden 1103 yılında tekrar Bizans’ın egemenliğindeydi. Artık bundan sonra Bizanslılar ve Türkler arasında savaş konusu olacaktı şehir. Bir süre İtalyanlar’ın, sonrasında tekrar Türkler’in, 1212’de bölgedeki Türk halkını katleden Kıbrıslılar’ın eline geçti. Çok sürmeden tekrar Selçuklular’ın hakimiyetindeydi. Bir süre Selçuklu sultanlarının kışlık başkenti olarak kullanıldı.

Her savaşta yara aldı surlar ve sonrasında tekrardan onarıldı. Belki insani bir korunma iç güdüsüydü, belki de o dönemin şartları gereğiydi. Tarihi önemi düşünülmeden bir yurt olarak hep muhafaza edildi. İnsanlar, bu şehirde dinlerine ve etnik kökenlerine göre ayrılmıştı. Al-mina (Hristiyanlar) bölgesi, Yunanlıların bölgesi, Yahudi bölgesi, saray bölgesi, Müslüman bölgesi olarak şehir aradaki duvarlarla bölünmüş durumdaydı. Tarihler 1386’yı gösterdiğinde Antalya’nın hakimiyeti Osmanlılara geçti.

Gün geldi depremle savaştı Antalya. Leonardo Da Vinci bir kitabında Antalya’da meydana gelen depremin büyüklüğünü şu cümleyle anlattı: “Rodos yakınlarında Antalya’da denizi yaran bir deprem oldu ve bu yarığa üç saatten fazla süre ile öylesine büyük bir su akıntısı döküldü ki; eksilen su nedeniyle bölge çıplak kaldı. Daha sonra deniz önceki durumuna geri döndü.”


Kimi zaman iç savaşlarla boğuşan kent, 11 Ağustos 1895’e gelindiğinde Kaleiçi’nde 500’den fazla evi kül eden bir yangın meydana geldi. Böylesine büyük badireler atlatan şehir her seferinde yaşayanlarıyla tekrar ayağa kalkıyor ve yenileniyordu. Kurtuluş Savaşı sonrasında Antalya’dan ayrılan 13 bin Hristiyan vatandaşı da herkes gibi bir çok değerli eser bırakmıştı.


Çeşitliydi Kaleiçi’nin tarihi. Sonrasında yavaş yavaş surlardan dışarıya taştı tarih. Artık yeni dünya için ilk adımlar atılmaya başlamıştı Antalya’da. Bu güne geldiğimizde en hızlı büyüyen şehirlerden biri oluvermişti. Hız riskti aynı zamanda. Düzensiz bir yapılaşmayı beraberinde getirdi bu hızlı büyüme. Zamanla Kaleiçi’de nasibini aldı bu modern kentleşmeden. Kimisi, yapıların yenilenmesini tarihi dokuyu bozmak olarak nitelendirirken, kimisi de tarihi korumak olarak gördü. 

ŞİMDİ SIRA ONDA

Yıllardır hep başkalarının ağzından dinledik hikayesini. Hep Antalya’mızın en kıymetlisi oldu. Kimi zaman ona karşı yapılanları eleştirdik; kimi zaman ise en iyisini yapmak için çabaladık. Şimdi sıra onda. Bırakalım o kendini anlatsın.


“Artık yorgun bedenim. Asırlardır üzerimde taşıyorum insanlığı. Zaman zaman yara aldım; yeri geldi sarıldı yaralarım. Çok değerliydim ben. Şehre gelen insanlar mutlaka görmeye geldi beni yıllardır. Sonra yavaş yavaş ayağını kesmeye başladı kalabalık. Yorgundum artık, yaşlılık istemeden ağırlaştırmıştı tüm bedenimi. Sanki parça parça dökülüyordum her geçen mevsimde. Üzerimdeki tüm güzellikler dokusunu yitiriyor gibiydi. Yazın kuruyor, kışın eriyor gibiydim.

İNSANLARI ANLAMAK

Önce beni koruyan zırhım yara aldı. Beni çevreleyip saran taştan zırhım artık harap düşmüştü. Sonra beni ben yapan dar sokaklarım ve herkesin hayranlıkla baktığı şirin evlerim zamandan nasibini almaya başladı. Arada bir yamalar yapıldı, sonra ben ne olduğunu anlayamadan yıkıldı. Bu insanlar çok garipti. Benim yaralarımı mı sarmaya çalışıyorlar, yoksa kapanmaz yaralar mı açıyorlar anlayamıyordum.

‘ANTALYA’NIN GERDANLIĞI’

Bana ne istediğimi soran yoktu. Hep insanların dilindeydim. ‘Antalya’nın Gerdanlığı’ diyerek övünüyorlardı benimle. İnsanlar bana ne kadar çok değer veriyor diyerek seviniyorum. Peki, benim canımı yakan, beni günden güne yok eden yaraları saracak biri ne zaman gelecekti. Yaşlanmış mıydım artık, ondan mıydı bu yıkıntı! Hastalanmış mıydım acaba? Ölümüm mü yakın? Ama olamaz! İnsanlar beni yaşatacaklarını söylüyor. Öyle ki, gençleşmemin iksirini bulduğunu söyleyenler dahi var. Heyecanla yıllardır bekliyorum.

KORUMAK MI, YOK ETMEK Mİ?

Artık delik deşik bedenim. Asırlardır içimde sakladığım hazinelerim gün yüzüne çıktı. Ne istiyordu bu insanlar benden. Beni korumak istediklerini söylüyorlardı oysa. Peki ya benim asırlardır ayrılmayan parçalarım neden benden koparılıyordu. Beni neden bütün olarak korumuyorlardı. Her adım geçtiğinde en değerli hazinemiz diye söz eden insanlar neredeydi? Görmüyorlar mıydı acaba? Üzerimdeki toprak örtüsü her yıl tekkar kalkıp yeni ağırlıklar konuyor artık üzerime.

UMUT!

Beni yeniden giydiriyorlar. Yollarım yeni taşlarla kaplandı yıllar geçtikçe. İnsanlar daha rahat gezdi sokaklarımda. Canlandım sanki gün geçtikçe. Ama sonra yine bir hüzün kapladı içimi. Yüzyıllık evlerim zamana yorgun düşmüştü. Kimi terk etmişti çoktan beni. Yavaş yavaş gözlerimin önünde yok oldu anılarım. Kimisine son anda el attı insanoğlu. Yine umutlanmıştım. Her yıkıntı beni yasa boğarken, yerine konan her taş beni yeniden umutlandırıyordu.


TARİHTE KAPANMAZ YARALAR

Beni eskiden savaşlar yıkardı. Şimdi ise neden yıkıldığımı anlayamıyorum bile. Herkesin kafasında binlerce düşünce var. Beni parsel parsel paylaşıyorlar. Sonra kapanmaz yeni yaralar açıyor, bütün hazinemi alıp benden koparıyorlar. Oysa ben hazinelerimle, tarihimle varım. Onlar gidince benden geriye ne kalacak bilmiyorum. Artık aldanmıyorum her seviyorum diyene. Güvenmiyorum insanoğluna. Bana her iyilik yapıldığını sandığımda kendimden bir şeyler kaybediyorum.

BIRAKIN ARTIK!

Bütün Antalya tanıtımlarında kullanıldı bedenim. Saat Kule’m, Yivli Minare’m, Hadrian Kapı’m, Yat Limanı’mla süsledim fotoğrafları. Hep güzel andılar beni. Hep en güzel halimi gördüm sokaklarımda satılan kartpostallarda. Tüm dünyaya dağıldı çok geçmeden, minyatür hallerim.
Şimdi sıra bende bırakın artık ben konuşayım.”